Türk Edebiyatı Vikipedi, özgür ansiklopedi Türk edebiyatı veya Türk yazını, Türk dilinde yazılmış sözlü ve yazılı metinlerin tümüdür. Türklerin İslamiyeti kabullerine kadar farklı Türk dil ve alfabeleri kullanılırken, İslamiyetin etkisiyle Farsça ve Arapça kullanılmaya başlanmış, Osmanlı döneminde Türkçe'nin Arap alfabesiyle yazıldığı Osmanlıca eserler verilmiştir. Özellikle saray çevresinde, Fars edebiyatının etkisiyle üretilen bir edebiyat anlayışı ağır basmıştır. Zaten okur-yazarlığın olmadığı ya da oldukça az olduğu halk arasında, sarayın Divan Edebiyatı etkili olamamış, Anadolu'da sözlü gelenek uzun bir süre devam etmiştir. Türk edebiyatının tarihi yaklaşık 1500 yıl öncesine dayanmaktadır. Bilinen en eski Türk yazıları 8. yüzyıldan kalma Orta Moğolistan'daki Orhun Irmağı vadisinde bulunan Orhun Yazıtları'dır.[1] Türklerin İslam'ı kabul ettikten sonraki edebiyat metinleri lügatlar, fıkıh eserleri, peygâmberler tarihi, şecere türü yapıtlardır. 15. yüzyılda Dede Korkut Kitabı ile başlayan destan türüne ek olarak, mektuplar, menakipler, tarihler, tezkireler nesir türünün biçimleridir. Türk halk edebiyatı, aşık ve tekke kollarıyla eski çağlardan beri süregelir. Halk edebiyatının bilmece, destan, masal, efsane, hikaye, atasözü, fıkra, menkıbe, deyim, oyun biçimleri vardır. Tekke edebiyatının nefes, ayin, ilahi, naat, mevlid, münacat kalıplarıyla gelen kolları günümüze ulaşmıştır. Halk edebiyatı yanında klasik edebiyat denilen Divan edebiyatı gelişmiştir. Batı'da roman türünün yaygınlaşmasıyla Türk edebiyatı da telif ve tercümelerle 1800'lerden başlayarak bu yöne eğilmiştir. Türkiye'de Cumhuriyet döneminin ilk devrinde Milli Edebiyat hâkimdir. Halk diliyle yazan ve Genç Kalemler dergisinde toplanan yazarlar eserlerinde Türklüğü, vatanı, kurtuluş mücadelesini anlatmışlar; kendilerinden önceki bireye dönük Edebiyat-ı Cedidecileri eleştirmişlerdir. Bu devrin en önemli yazarlarına örnek olarak Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Halide Edip Adıvar verilebilir. Milli Edebiyat'ın milliyetçi görünümü sonraki devirde Anadoluculuk ve halkçılık olarak edebiyata yansımıştır. Bu dönemde Beş Hececiler ve Yedi Meşaleciler grupları kurulmuştur. Daha sonra İkinci Dünya Savaşı ve savaşın siyasal etkileriyle toplumculuk ve köycülük akımları güçlenmiştir. Âşık ve tekke edebiyatı, modernleşmenin etkisiyle gücünü kaybetmiştir. Divan edebiyatından ise Dil Devrimi, Türkçe'nin ön plana çıkarılması ve değişen edebiyat akımlarıyla, Osmanlı'ya ait bir tür olarak vazgeçilmiştir. Modern Türk edebiyatı öykü, roman, eleştiri, deneme, şiir ve tiyatro eseleri gibi hemen her türde örnekler içermektedir. Genellikle modernist bir çizgide seyretmekte olsa da postmodernizmin etkileri de yoğun olarak görülmektedir. Mevlana'nın Divan'ı Kebir 'inden bir nüsha. Türkiye topraklarında gelişen edebiyatın ilk ürünleri Selçuklu dönemine aittir. Ancak bu dönemden günümüze ulaşabilenler XIII. yüzyıla aittir. Farsça mesnevisi ile tanınan Mevlana Celaleddin Rumi'nin (1207-1273) az sayıda Türkçe beyitleri vardır. Oğlu Sultan Velet'in (1266-1312) Farsça İbtidaname, Rebapname mesnevilerinde Türkçe beyitler yer alır, bunlar dışında Türkçe şiirleri de vardır. Eski Anadolu Türkçesi'nin en eski şairi olarak bilinen Ahmet Fakih (ö.1221) kaside biçiminde yazılmış dinsel öğütleri içeren Çarhname adlı yapıtla hac yolcularının uğradığı kentleri, buradaki camileri konu edinen Kitabu evsafı mesacid üş-şerife mesnevisinin sahibidir. Yusuf ile Zeliha mesnevisinde bu Kur'an kıssasını dinsel, ahlaksal yönüyle işleyen Şeyyad Hamza'nın hece vezni ile yazmış olduğu şiirleri de vardır. Gazellerinde aşk, içki, eğlence temalarını işleyen Dehhani din dışı edebiyatın Anadolu'da gelişen divan edebiyatı'ndaki ilk temsilcisidir. Bu dönemde Battalname, Saltukname dinsel-destansı halk edebiyatı ürünleri oluşmuştur. Ancak bunların yazıya geçirilmiş çeşitlemeleri daha sonraki Osmanlı dönemine aittir. Dönemin en önemli şairi Yunus Emre'nin (1240/1241-1320/1321) halk diliyle söylenmiş ve çoğu hece vezniyle olan ilahileri tasavvuf konularını coşkun bir lirizmle işliyordu. Onun tarih boyunca alevi-bektaşi şiirini etkileyen yapıtı XX. yüzyılda yeniden dikkat çekti ve yansıttığı insan sevgisi bakımından yeni bir gözle değerlendirildi. Selçuklu Devleti'nin son yıllarında, bu devletin yıkılmasından sonra ve Osmanlı Devleti'nin başlangıç döneminde Anadolu beyliklerinin merkezinde Arapça ve Farsça'dan geniş bir çeviri hareketi gerçekleşti. Bu merkezlerde ilk yapıtlarını veren yazarlardan daha sonra Osmanlı sarayınca korunan oldu. Garipname (1330) mesnevisinin sahibi olan ve Yunus Emre yolunda ilahileri bulunan Kırşehirli Aşık Paşa, İlhanlılar'ın Anadolu valisi Timurtaş'ın vezirlerindendi. Süheyl-ü nevbahar (1350) mesnevisinin sahibi Hoca Mesut, Kelile ve Dimne çevirisini Aydınoğulları beyliğinde kaleme almıştı. Hüsrev ü Şirin (1367) mesnevisinin yazarı Fahri, Aydınoğulları beyliğinde yetişmişti. Hurşidname (1387) mesnevisinin sahibi Şeyhoğlu Mustafa,İskendername (1390), Cemşid ü Hurşid (1403) mesnevilerinin sahibi Ahmedi, Divan 'ı ve Çengname (1402-1411) mesnevileriyle tanınan Ahmet Dai, Hüsrev ü Şirin (1421-1429) mesnevisinin sahibi Şeyhi, Germiyanoğulları beyliğinde yetişmişti. Bu dönemde özellikle İran şairlerinin kaside ve gazellerinde işlenen içki, aşk, tasavvuf, eğlence konuları, onların kullandıkları imgeler, başvurdukları benzetmeler Türkçe'ye aktarıldı. Gene bu örneklere dayanan aşk, serüven, tasavvuf konularıyla ilgili mesneviler yazılıyordu. Ancak uzun ünlüsü olmayan Türkçe'nin aruz veznine uydurulması güçlükler yaratıyordu. Böyle olduğu halde başlangıçta Türkçe sözcüklere, deyimlere hatta atasözlerine şiirde geniş yer veriliyordu. Halk diliyle kahramanlık işleyen yapıtlar, dinsel edebiyat ürünleri de vardı. Tokat kalesi dizdarı Arif Ali, I. Murat için Danişmentname 'yi (1311, gününüze ulaşan yazması 1577) kaleme almıştı. Aynı nitelikli dinsel-destansı yapıtlardan Battalname ve Saltukname metinleri sonraki yüzyılın ürünleri arasındadır. Ahmedi'nin kardeşi Hamzavi'nin gene aynı nitelikli Hamzaviname'si din ve kahramanlık konularını birlikte işleyen, halk diliyle yazılmış yapıtlardandır. Sadrettin'in Destan-ı geyik, Destan-ı ejderha 'sı, Tursun Fakih'in Kıssa-i mukaffa, Gazavat-i emir ül-müminin Ali 'si, Beypazarlı Maazoğlu Hasan'ın Feth-i kale-i Selasil, Cenadil kalesi cengi gibi yapıtları halk kitapları arasındadır. * XIV. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadar İslâm dini etkisinde ve İslâm uygarlığı çerçevesinde gelişen edebiyatın ürünleri birbirinden farklı yanları olan üç çığıra ayrılır. 1. Halk Edebiyatı 2. Divan Edebiyatı 3. Tekke Edebiyatı Ana maddeler: Halk edebiyatı ve Aşık edebiyatı 18.yüzyılda Anadolu'da diyar diyar gezen bir aşık. Türk edebiyatının geleneksel vezniyle, dörtlüklerden oluşan biçimlerle söylenmiş şiirleri kapsar. Halkın konuştuğu dile dayanır. Âşık, saz şairi ya da halk şairi adı verilen gezgin şairlerin saz eşliğinde doğaçlama söyledikleri şiirlerin günümüze ulaşan en eski örnekleri XVI. yüzyıla aittir. Âşıklardan birçoğu hakkında koşmaların son dörtlüğünde anılan mahlaslardan başka bilgi yoktur. Bazı âşıkların yaşamı efsanelerle karışmıştır. Âşığın düşünde pirlerin elinde bade içerek saz çalıp, şiir söylemesi, düşte gördüğü sevgiliyi bulmaya çalışması yaygın bir efsane motifidir. Birçok âşığın şiiri zamanla türkü, ağıt gibi sahibi bilinmeyen halk şiiri örnekleri arasına karışmıştır. Örneğin Kerem, Ercişli Emrah, Aşık Garip'in gerçekte yaşamış olup olmadıkları bilinmemektedir. Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan gibi büyük ustaların şiirleri arasına sonradan onların mahlaslarıyla söylenmiş şiirleri de eklenmiştir. Âşıkların yapıtları doğa, sevgi, gurbet, ahlaksal öğüt, toplumsal sorunlar yanında kahramanlık konularına da yer verir. Yeniçeri Ocağı'nda yetişmiş birçok şair imparatorluğun birbirinden uzak yerlerindeki (Bağdat, Girit, Kırım vs.) yaşama tanıklık eder. Bunlar arasında şu adlar sayılabilir; Hayali, Öksüz Âşık (XVI. yy.); Temeşvarlı Âşık Hasan, Kâtibi (XVII. yy.); Kayıkçı Kul Mustafa (ö. 1686); Kabasakal Mehmet (XVIII. yy.) vd. Toroslar'daki Türkmen aşiretlerinde yetişen Karacaoğlan'ın (XVII. yy.) doğa güzellikleri ve sevgiyi konu edinen özentisiz, içtenlikli şiiri, türünün en sevilen örnekleri oldu. Gene bu yörede yetişen Deli Boran, Beyoğlu, Gündeşlioğlu (XIX. yy.) hiçbir yabancı etki altında kalmamış ve değişmemiş halk zevkini devam ettirdi. Dadaloğlu'nun (1785 ? - 1868 ? ) baskıya ve haksızlığa başkaldıran şiiri, göçebe ve aşiretlerin zorunlu iskanıyla ilgili tarihsel olaylara tanıklık etti. Âşık edebiyatının geleneğinde âşık kahvelerinin, kahvelerde düzenlenen atışmaların, muamma, asma, çözme gibi hünerlerin önemli yeri vardır. Bu etkinliklerden dolayı âşıklara meydan şairleri adı verilir. Bazıları medreselerde okumuş olan, kültür merkezi kentlerde yaşayan âşıklara ise kalem şairi denir. Kalem şairleri üzerinde dil, anlatım, konu bakımından divan şiirinin türlü etkileri görülür. Onların şiirleri arasında koşma, varsağı, destan gibi özgün halk edebiyatı türleri yanında aruzla divan, müstezat, gazel gibi ürünler de yer alır. Âşık edebiyatının bu yolda yapıt veren temsilcilerinden başlıcaları şunlardır; Aşık Ömer, Gevheri, Dertli, Erzurumlu Emrah, Bayburtlu Zihni. XV. yüzyılın ikinci yarısında yazıya geçirildiği kabul edilen Dede Korkut Hikâyeleri, eski destan geleneğini ve Türkler'in Anadolu'ya yerleşmelerinden önceki sözlü edebiyatlarıyla halk hikâyeleri arasında bir köprüdür. Oğuz boylarının tarihleri, günlük yaşamlarının yanı sıra insan ilişkilerine tanıklık eden, duygusal durumları araştıran yapıt, içeriği kadar dili ve anlatımıyla da bütün Türk edebiyatının en önemli eserleri arasındadır. Dede Korkut Hikáyeleri'nde düz sözle anlatılmış bölümler dışında özellikle heyecan verici, duyarlıklı bölümler manzumdur. Halk edebiyatı geleneğine kuvvetle bağlı olduğu görülen bu bölümlerin vezinleri ve nazım biçimleri kesinlikle belirlenememiştir. Halk hikâyelerinde manzum bölümler, hece vezniyle söylenmiş ve dörtlüklerden oluşan biçimleri kapsar. Bu hikayeler kahramanlık (Köroğlu, Kirmanşah, Celali Bey ile Mehmet Bey vs.), sevgi ve serüven (Kerem ile Aslı, Aşık Garip) konularını ele alır. Hikâyelerden bazılarının yaratıcısının serüvende yer alan âşıklar olduğu ileri sürülür. Adları bilinen, yaşamları, yapıtları yakından tanınan âşıkların (Çıldırlı Şenlik, Posoflu Müdami) meydana getirdikleri bilinen hikayeler de yer alır. Nasreddin Hoca Sözlü edebiyatta masal, fıkra, efsane gibi ürünlerin yazanı belli değildir(Anonimdir). Türkiye Türkçesi'yle söylenmiş ve XIX. yüzyıldan başlanarak yazıya geçirilmiş, bu dönemdeki bazı ürünlerin İslamiyetten önceki dönemle, Türkiye dışındaki Türkler'le ya da Arap-İran Edebiyatı ile ilişkisi vardır. Ancak bunlarda geniş ölçekte de tarihsel ve yerel özellikler kendini gösterir (Nasreddin Hoca fıkraları, Bektaşi fıkraları, Bursa, Konya, İstanbul gibi kentlerle ilgili efsaneler, gerçekçi nitelik taşıyan bazı meddah hikayeleri vs). Bir gün Padişah, Nasreddin hocaya sormuş; — Ben öldüğümde cennete mi gideceğim, cehenneme mi? Hoca, Padişahtan korkmadan; — Tabii ki, der, cehenneme gideceksiniz. Öfkeden padişahın sakalı kabarır. Nasreddin hoca; — Cennete gideceğinizi söylemek isterdim ama cellatlarınız öldürdüğü insanlar yüzünden cennete sığamazsınız. O yüzden mecbur cehenneme gideceksiniz.[2] Sözlü gelenekte ezgiyle söylenen türkü, mâni, ağıt gibi türler halkın ortak yaratıcılığına dayanır. Bunlara zamanla sahipleri unutulan ürünler de eklenmiştir. Ayrıca bakınız: Divan Edebiyatı Bu edebiyat özellikle Arap ve İran edebiyatı kurallarına bağlıdır; onların içeriğinden geniş ölçüde yararlanır. Şiir, divan adıyla anılan derleme içinde yer alan kaside, musammat, gazel, rubai gibi türleri kapsar. Anlatı türü ise genellikle mesnevidir. Ortak İslâm kültürünün etkisi ile yazı dilinde Arapça ve Farsça'dan alınan sözcükler, bu dillere ait kurallar büyük ölçülere ulaşmıştır. Divan Edebiyatı, saray ve medrese çevresinde aydın topluluğun edebiyatı olarak gelişti. Şeyhi, Ahmet Paşa, Hayali, Necati gibi şairler lirik şiirde İranlı ustaların yapıtlarındaki içerik ve söyleyiş başarısını kendi dillerine aktardılar. Çağatayca'da Ali Şir Nevai'nin, Azeri Türkçesi'nde Fuzuli'nin ulaştığı klasik olgunluğun Osmanlı şiirindeki temsilcisi ise Baki (1523-1600) oldu. Nef'i (1575 ? [3] - 1635), abartmalara, gösterişli benzetmelere, coşkulu bir söyleyişe yer veren kasideleriyle, Nabi (ö. 1712), Koca Ragıp Paşa (ö. 1762) duygu ve imgelerin yerine yaşam deneyleriyle beslenen, ahlâksal öğütler taşıyan gazelleriyle, Lale Devri'ne tanıklık eden Nedim (ö.1730) neşeli, yaşam dolu şiirleriyle, özellikle şarkılarıyla tanındı. Bâkî Dilde, temalarında halk söyleyişine, halk beğenisine yaklaşma eğilimine (Nedim, Enderunlu Fazıl [1759 ? [4] -1810] ) karşılık Fehim-i Kadim, Naili, Neşati, Şeyh Galip gibi şairler içiçe tamlamalara, karmaşık imgelere dayanan Sebk-i Hindi akımının temsilcisi oldular. Tanzimat'tan sonra Türk şiiri, batı etkisi altında değişip gelişirken yeni edebiyatın temsilcileri (Ziya Paşa, Namık Kemal vs.), divan şiiri geleneğine uygun ürünler de verdiler. Eski şiirin son temsilcileri Encümen-i Şuara adı verilen topluluğun Naili, Fehim-i Kadim gibi şairlerin yolunu izleyen üyeleri Leskofçalı Galip, Yenişehirli Avni, Hersekli Arif Hikmet oldu. Aruz vezninin yerini hece veznine daha sonra da serbest vezne bıraktığı XX. yüzyılda divan şiiri kesinlikle sona erdi ancak Yahya Kemal Beyatlı beyit birimine dayanan bu şiire çağdaş şiirin yapısal bütünlüğünü kazandırırken Baki, Neşati, Nedim gibi farklı şairlerin söyleyiş özelliklerinden ve işledikleri konulardan yararlanan ürünler [5] ortaya koydu. Evren'in Tanrı yansıması, aşkı Tanrı'ya ulaşmanın yolu sayan tasavvuf görüşü, İslam etkisinde gelişen edebiyatı büyük ölçüde besledi. Örneğin en yaygın konulardan biri olan içkili eğlenceler konu edinirken meyhaneler tekkeyi, mey Tanrı'yı, meyhaneci tarikat şeyhini simgeliyordu. Divan edebiyatında başta mevlevilik olmak üzere tarikat ulularını öven, tarikat inançlarını konu edinen mesneviler, kasideler de yazılıyordu. Ancak Tekke edebiyatı bu konuları tarikatlara bağlanan halk topluluklarının anlayabileceği dilde, halk edebiyatı çerçevesinde konu edinir; tekkelerde ayinler sırasında ezgiyle okunan ilahiler, nefesler, tarikat büyüklerinin menkıbelerini kapsar. Birçok tarikat XIII. yüzyıl şairi Yunus Emre'yi yakından benimsedi, onun şiirlerine kendi törenlerinde yer verdiler. Yunus Emre'nin yolunu izleyen ve ona nazireler yazan pek çok şair yetişti. Ayrı tarikatlar, inançlar, birbirinden farklı üç edebiyat yolu oluşturdu. 1. Bazıları tarikat kurucusu olan tarikat şairleri kendi inançlarını, tarikatlarının ilkelerini, giriş törenlerini, özel zikirleri vb. konu edindiler. Bu tür edebiyatın başlıca temsilcileri halvetilikle kadiriliği birleştirerek eşrefiliği kuran Eşrefoğlu Rumi, İbrahim Gülşeni, Üftade, onun halifesi ve celvetliğin kurucusu Hüdayi, bayramiliğin himmetilik kolunu kuran Tarikatname yazarı Himmet, Niyazi-i Mısri'dir. 2. Melamiler tekkeleri, tarikat kurallarını, zikirlerini vb. konu edindiler. Melamilerin bayramilik kolu halvetilikle nekşibendiliği birleştiren Hacı Bayram Veli'ye dayanır. 3. Hacı Bayram Veli'ye bağlanan bektaşilerin ve onlardan daha geniş bir topluluk oluşturan alevilerin şiiri, temalarıyla öteki tarikat şairlerin şiirlerinden ayrılır. Bu edebiyat dil ve anlatım bakımından tarikat edebiyatının öteki iki kolundan çok daha sadedir. Alevi-bektaşi şiirlerinin önemli temalarından biri Ali'ye, ehlibeyte aşırı bağlılıktır. Oniki imam övülür, bütün adaletsizlikleri gideren bir kurtarıcı olarak Mehdi beklenir. Abdal Musa ile müridi Kaygusuz Abdal, Pir Sultan Abdal vs. bu konuları işleyen başlıca şairlerdir. Daha fazla bilgi: Tanzimat Edebiyatı, Edebiyat-ı Cedide , Fecr-i Ati ve Milli Edebiyat Osmanlı İmparatorluğu'nda Tanzimat'ın ilanından (1839) sonraki siyasal yenileşme döneminden başlayarak edebiyatın dili ve anlatımıyla birlikte halk topluluğuna ulaşma biçimi, amacı, kapsadığı sorunlar da büyük ölçüde değişti. Sözlü edebiyatın yerini kesin olarak yazılı edebiyat aldı. Roman, tiyatro, eleştiri, deneme gibi batı kaynaklı türlerde ürünler verildi. Toplumsal sorunlar gerçekçi yöntemle ele alınmaya başlandı. Tanzimat şiirinde Namık Kemal yurt, ulus sevgisi, özgürlük, haksızlığa başkaldırma gibi temaları coşkulu bir dille ve yeni bir anlatımla işledi Batı ülkelerinden özellikle de Fransa'dan etkilenen ve geniş halk kitlesine ulaşmayı amaçlayan, toplumsal sorunlarla yakından ilgilenmeye başlayan edebiyatın ilk ürünleri Tanzimat'ın ilanından 20 yıl kadar sonra verildi. Tasvir-i Efkar[6] gazetesini çıkaran Şinasi, biçimden çok öze önem veren bilgi ve düşünceyle temellenen, geniş bir halk topluluğuna seslenebilmeyi amaçlayan yeni düzyazının kurucusudur. Şiirleri, şiir çevirileri, makaleleriyle çağdaşlarını derinden etkileyen bu yenilikçi yazar geleneksel halk tiyatrosuyla batı örneğini bileştiren ilk tiyatro yapıtı olan Şair Evlenmesi'nin (1859) yazarıdır. [7] Divan şiirini dil ve anlatım bakımından topluma sırt çevirmiş, içerik bakımından doğaya, akla yabancı, toplumsal sorunlara uzak sayan Tanzimat şiirinde Namık Kemal yurt, ulus sevgisi, özgürlük, haksızlığa başkaldırma gibi temaları coşkulu bir dille ve yeni bir anlatımla işledi. Ziya Paşa, divan şiirinin geleneksel biçimlerinden fazla uzaklaşmadan siyasal yönetimde, insan ilişkilerindeki adaletsizliğe ve haksız davranışlara karşı çıktı, uygarlığı bilimi savundu. Padişahın mutlak egemenliğine karşı meşrutiyet yönetimini savunan, yurtiçinde olduğu kadar gönüllü sürgün olarak yurtdışında da siyasal savaşım veren bu şairler savundukları yeni dil ve edebiyat anlayışını eleştiri türünde verdikleri ürünlerde dile getirdiler. [8][9] Toplum için sanat ilkesine bağlı sayılabilecek bu şairleri izleyen kuşak [10] sanat için sanat ilkesine yatkın ürünler verdi. Doğa, aşk, ölüm, varlık-yokluk gibi konuları işlerken yeni bir anlatım ve yeni biçimlerden yararlanıldı. Bu dönemde kendisi de yeni yenilikçi ürünler kaleme almış olmasına rağmen geleneğe bağlı şiir anlayışını Muallim Naci devam ettirdi. Şemsettin Sami'nin roman türünde ilk örnek olan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat 'ını izleyen ürünler (Ahmet Mithat Efendi, Felatun Bey'le Rakım Efendi, 1876; Namık Kemal, İntibah, 1876) bir yandan yaşanan çağa ters düşmüş eski toplumsal kurumları öte yandan Batı'ya körü körüne öykünmeyi eleştiriyordu. Ahmet Mithat Efendi, sözlü halk hikâyeciliğinden eserlerinde bol bol yararlandı. İlk ürünlerinde büyük ölçüde romantizmden beslenmelerine karşın Samipaşazade Sezai [11], Recaizade Mahmut Ekrem [12] yer yer gerçekçi öğeler kullandılar. Natüralizme yakınlık gösteren Nabizade Nazım, köy gerçeklerini konu edinen ilk yapıt olan Karabibik 'in (uzun öykü, 1890) yazarı oldu. Tiyatroda Ahmet Vefik Paşa'nın Molière uyarlamaları halk geleneğini batı kaynağı ile birleştirme çabalarının bir halkasıdır. Buna karşılık Abdülhak Hamit'in oyunları [13] batı tiyatrosu örneklerinden büyük ölçüde beslenen, sahne diline ve halkın beğenisine ise oldukça uzak ürünlerdir. Namık Kemal'in sürgüne gönderilmesine yol açan Vatan, Yahut Silistre] oyunu yazarın ana temalarından olan yurt ve ulus sevgisini heyecanlı bir anlatımla sahneye aktararak konu ediniyordu. II. Abdülhamit'in uzun süren baskısı II. Meşrutiyet sonrasına kadar tiyatro edebiyatının gelişmesine engel oldu. Tanzimat edebiyatı yurt sorunlarıyla yakından ilgileniyor, yurt, ulus sevgisi gibi konuları işliyor, halkın anlayabileceği bir dille yazmaya çalışıyor, halkı eğitmeyi amaçlıyordu. II. Abdülhamit döneminde doğup gelişen Edebiyat-ı Cedide ya da yazdıkları derginin adıyla Servet-i Fünun edebiyatı, bütün noktalarda kendisinden önceki edebiyatın karşısında yer aldı. Edebiyat-ı Cedide yazarları bireysel konuları, güzelliklerini ancak öğrenim görmüş seçkin kişilerin kavrayabileceği bir anlatımla işlediler. Batılı, özellikle de Fransız yazarların yapıtlarındaki biçim özelliklerini Türkçeye uyguladılar. Hareketin temsilcilerinden Tevfik Fikret (1867 - 1912), Cenap Şahabettin (1870 - 1934) şiire geniş bir ses zenginliği kazandırdılar. Doğayı, kişisel yaşantıyı, bireysel duyguları ayrıntılarıyla yansıttılar. Tevfik Fikret zamanla toplumsal bozuklukları, siyasal yönetim baskısını, haksızlıkları konu edinmeye koyuldu. Roman alanında Mehmet Rauf[14] ile birlikte ruhsal durumları çözümlemeye önem veren Halit Ziya Uşaklıgil [15], farklı toplum kesimlerinden kişilerin, aydınların, sanat-edebiyat çevresinin [16], halkın [17] yaşamına gerçekçi açıdan tanıklık etti. Yapıtlarını bu dönemde yayımlamaya başlayan Rahmi Gürpınar, Edebiyat-ı Cedide'den alabildiğine ayrılarak geniş okur topluluğuna seslenen, halkın yaşamından canlı kesitler veren, öğretici, eğlendirici romanlar [18] yazdı. II. Meşrutiyet'in ilânından sonraki dönemde Edebiyat-ı Cedide'nin bağlı olduğu sanat için sanat anlayışını kısa bir süre Fecr-i Ati hareketinin genç temsilcileri sürdürdü. Bunlar arasında yer alan Ahmet Haşim, arı şiir anlayışına bağlı ürünleriyle [19] tanındı. Topluluğun üyelerinden hemen tümü II. Meşrutiyet'ten sonra Milli Edebiyat hareketi içinde yer aldılar. Türkçülük hareketinin etkisinde gelişen Milli Edebiyat'ın hareket noktası ulusal kaynaklara yönelme düşüncesiydi. Dilde sadeleşme, şiirde aruzun yerine hece vezni, içerikte halkın sorunları ve yerli yaşam Milli Edebiyat'ın temellerini oluşturdu. Mehmet Emin Yurdakul'un Tükçe Şiirler (1899) yapıtıyla başlayan yenileşme, aydınların şiirini bir yandan halk edebiyatı öğelerine öte yandan halkın dertlerine yöneltti. Türkçülük hareketinin ilkelerini saptayan Ziya Gökalp [20] kaynak olarak eski Türk destan geleneğinin, folklorun taşıdığı değeri gösterdi. Öykülerinde toplum ve siyaset sorunlarına tarihsel geçmişe dayanarak çözümler arayan Ömer Seyfettin'in gerçekçi ve destansı anlatımına zaman zaman da yergicilik ekleniyordu. Refik Halit Karay'ın gerçekçi yapıtı Memleket Hikâyeleri (1919) ilk kez Anadolu küçük kent ve kasabaların yaşamlarını konu edindi. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yazarlar kuşağının öncüleri Reşat Nuri Güntekin, Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri gibi romancılar Cumhuriyet döneminin eşiğinde yayınladıkları yapıtlarıyla [21] Osmanlı'nın yıkılış Türkiye'nin kuruluş dönemine tanıklık ettiler; Anadolu gerçeğini yansıttılar. Mehmet Akif Ersoy, büyük oylumlu, öyküsel şiirini derleyen Safahat dizisinde aruz veznini halkın konuşma diline başarılı bir şekilde uyguladı. Yahya Kemal Beyatlı'nın vatan sevgisi ve tarih duygusuyla beslenen şiiri bir yandan lirik öte yandan destansı öğeler taşıyordu. Hece vezninin temsilcilerinden [22] Faruk Nafiz Çamlıbel'in şiirini yer yer Anadolu gerçekleri besledi. Milli Edebiyat akımı Cumhuriyet döneminde toplum sorunlarına öncelik veren, gerçekçi yöntemi uygulayan edebiyata temel oldu. Cumhuriyet dönemi edebiyatı Türkiye'nin gerçeklerine gittikçe genişleyen ölçüde eğildi. Yurdun bütün bölgelerinde kentlerdeki, köylerdeki yaşamı ve insan ilişkilerini, yurtdışına göçen işçileri ele aldı. Her sınıftan, her yaşam biçiminden gelen kahramanları canlandırdı. Onları kuşatan toplumsal bozuklukların giderilmesi için öneriler getirildi. Dil devrimi, edebiyatı yakından etkiledi. Türetilen ya da canlandırılan sözcükler yanında bölge ağızlarından sözcükler ve anlatım biçimleri de edebiyata girdi. Halk söyleyişleri, anlatımı kadar dünya edebiyatlarından türlü eğilimlerden, deneylerden izlenimler görüldü. Cumhuriyet'in kuruluşunu ele alan yapıtlar oluşturuldu. Yakup Kadri yakın tarihte oluşan, kendi tanık olduğu olaylara dayanarak toplumdaki değişmeleri, siyasal yaşamdaki çalkantıları, çatışmaları ele alan romanlar yazdı. En etkili romanı ise köylü ve aydın çelişkisini anlatan Yaban (1932) oldu. Cumhuriyet'in ilk on yılında Kurtuluş Savaşı'na katılan halk ve aydınlar, yeni döneme ayak uydurmaya çalışan çıkarcılar ve işbirlikçiler [23], batı uygarlığı karşısında geleneksel ahlakın ve yerleşik değerlerin tartışılması [24],toplumdaki değişmelerin, batılılaşmayı yanlış anlamanın yıkıcı etkileri [25] gibi toplumsal konulara bireysel sorunlar, ruhçözüm deneyleri [26] eklendi. Şevket Esendal'ın Ayaşlı ve Kiracıları (1934) romanı başkent Ankara'nın, Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki yaşamını canlandırıyordu. Deniz tutkunu olan Sait Faik, kendi yaşadığı Burgaz Adası'nın Rum balıkçılarını, kentin küçük insanlarını geniş bir insan sevgisiyle canlandırdı. Öte yandan üretim biçimine, üretim biçiminde değişmenin yaşamı nasıl etkilediğine dikkati çeken ilk yapıt Sadri Ertem'in Çıkrıklar Durunca (1931) adlı köy romanıdır. Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf romanıyla 20 yıl kadar sonra gelişecek köy romancılığına öncülük etti. Köylüleri, düşkün kadınları, toplumsal sınıflar arasındaki çelişkileri ele alan öyküler kaleme aldı. İnce Memed romanında [27] 1930 yıllarında Toroslar'da yaşayan, suça itilmiş bir eşkiyanın yaşamını konu edinen Yaşar Kemal bu yöreyi ve Çukurova'yı tarihsel kökleri, doğası, güncel sorunlarıyla yansıtırken anlatımdaki coşku, betimlemelerindeki renklilikle dikkat çekti. Orhan Kemal, İstanbul'un yoksul kesimlerinde yaşayanları, köyden kente nüfus göçünü, ezilen çocukların, genç kızların serüvenini konu edindi. Kemal Tahir'in köyü konu edinen romanları [28] ve köydeki gelişmelerin geniş bir panoramasını verdi. Samim Kocagöz, Necati Cumalı, Fakir Baykurt gibi yazarlar roman ve öyküleriyle köy ve kasaba yaşamına tanıklık ettiler. [29]Aynı çevreyi konu edinen Bekir Yıldız, yurtdışında çalışan göçmen işçilerin yaşamını konu edinen yazarlardan oldu. Gerçeklere ironi ile bakan öykücüler bulunduğu gibi (örn; Haldun Taner) toplumsal bozuklukları gülmece öyküleri ve romanlarıyla çok geniş bir okur toplulukları önünde tartışan yazarlar (Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz) görüldü. Kurtuluş Savaşı'nın ve Cumhuriyet dönemini, toplumcu ve gerçekçi yazarlara karşıt biçimde yorumlayan yazarlar ( Tarık Buğra) da oldu. 2006 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Türk yazar Orhan Pamuk. Ruhsal çözümlemelere yönelen, biliçaltını sergileyen yazarlar (Yusuf Atılgan, Bilge Karasu, Adnan Özyalçıner, Oğuz Atay, Tezer Özlü vs.) soyutlamalardan, kara mizahtan yararlandılar; geriye dönüşümlerle, çağrışımlarla beslenen, dilin olanaklarını araştıran denemelere giriştiler. Kadın romancılar ve öykücüler çevreyi, olayları, kişileri konu edinirken, ayrıntılara daha çok indiler. Bu yazarlar (Nezihe Meriç, Adalet Ağaoğlu, Pınar Kür, Füruzan, Sevgi Soysal, Tomris Uyar) bireyin toplumla ilişkisi, toplumsal yapıda ve kültürdeki değişimler, cinsellik gibi konulara yönelirken yerleşik yargılara karşı çıktılar. Hızlı kentleşme, sanayileşme olguları köy edebiyatının ortadan silinmesine yol açarken, kentteki kaynaşmalar, kenar mahalle insanlarının, yoksulların, işçilerin yaşamından çok aydınların, sanatçıların, siyasal eylemlere katılanların toplumsal ve ruhsal dünyalarını, onların tanıklığıyla bireyi ve toplumu konu edinen bir edebiyat gelişti: Erhan Bener, Demir Özlü, Selim İleri, Orhan Pamuk, Latife Tekin, Nedim Gürsel vs. gibi yazarların roman ve öyküleri. Şiirde, Milli Edebiyat akımından hece veznini devralan kuşak (Kemalettin Kamu, Ömer Bedrettin Uşaklı vs) küçük duyarlılıkları, doğa ve yurt güzelliklerini konu edindi. Biçim yetkinliğine, arı şiire yönelen çalışmalar folklordan (Ahmet Kutsi Tecer) tarihin yanı sıra psikolojiden (Ahmet Hamdi Tanpınar) beslendi. Simgelere (Ahmet Muhip Dıranas) ya da günlük yaşamdan sahnelere, yaygın izlenimlere, duyarlığa (Cahit Sıtkı Tarancı) yaslandı. Hece veznini kullanmada ulaşılan ustalığa yeni kalıplar, duraksız uygulamalar (A. M. Dıranas, C. S. Tarancı) eklendi. İnsanın iç dünyasına yönelik araştırmalar, gizemci düşünceler dile getirildi (Necip Fazıl Kısakürek). Nâzım Hikmet Ran'ın vezni, geleneksel kalıpları kıran şiiri, biçimsel özellikleri kadar Marxçı görüşe bağlı içeriğiyle de yenilik oluşturdu. Bu yenilikçi şiir zamanla halk şiirinden, divan şiirinden hatta çağdaşı Garip şiirinden etkiler aldı, öykünün olanaklarından yararlanıldı, yerel ve evrensel değerlerle beslendi. Garip hareketinin temsilcileri (Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet, Oktay Rıfat) şiirde süregelen aşırı duyarlığa, şairaneliğe karşı çıktılar, vezinsiz şiiri yaygınlaştırdılar. [30]Garipçiler karşısında Nâzım Hikmet'in şiir anlayışından etkilenen toplumcu şiir anlayışı ortaya çıktı. Bu şiir geleneğinin temsilcileri Rıfat Ilgaz, A. Kadir, Ahmed Arif, Hasan Hüseyin 'dir. Toplumsal konuları, imgeye ve duyarlığa daha geniş yer vererek işleyen eğilimin temsilcisi Atilla İlhan oldu. Doğayı, aşkı, yaşamı, sevgiyi, barışı, özgürlüğü vs. konuları işleyen açık aydınlık şiirin (Bedri Rahmi Eyüpoğlu, Behçet Necatigil, Cahit Külebi, Necati Cumalı) karşısında insanın evrendeki yerini konu edinirken soyutlamalardan, bilinçaltı araştırmalardan yararlanan çalışmalar yer aldı. Asaf Halet Çelebi'nin şiirine eski uygarlıkların, tasavvufun, folklorun katkısı görüldü. Dönemin en üretken şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca, insanın Tanrı, evren, tarih, zaman karşısındaki yerini yer yer karanlık imgelerle okura sezdirmeye çalıştı. [31] Garip şiirinin açık anlatımına karşın İkinci Yeni adı verilen şiirin temsilcileri Edip Cansever, İlhan Berk, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Sezai Karakoç ve Ece Ayhan, çağdaş dünyanın karmaşası içinde bunalan insanın tedirginliğini, yer yer kapanık bir şiir diliyle anlattılar. Toplumsal eylemlere (Kemal Özer, Ataol Behramoğlu) kentin yaşamında çizgi dışı kalmış kitlelerin temsilcilerine (Refik Durbaş), kültürel kaynaklara ve tarihe (Hilmi Yavuz) yönelen ürünler kendini gösterdi. İroni (Salah Birsel), toplumsal (Metin Eloğlu), siyasal (Can Yücel), yergi, duyarlığa karşı şiir kaynaklarından birini oluşturdu. Türk edebiyatını uzun tarihi ve geniş coğrafyası içinde bir bütün olarak ele alan, dönemlerini belirleyen, eski yapıtları gün ışığına çıkaran yazar Fuat Köprülü'dür. F. Köprülü, siyasal ve toplumsal kurumlardaki değişmelerin edebiyattaki etkilerini gösterdi. Onun çizdiği çevreye bağlı kalarak geçmişteki Türk edebiyatını inceleyen araştırmacılar yetişti; İbrahim Necmi Dilmen, İsmail Habip Sevük, Agâh Sırrı Levent, Mustafa Nihat Özön, Nihat Sami Banarlı, Kenan Akyüz, Abdülbaki Gölpınarlı, Fahir İz bu alanda çalışmalar gerçekleştirenlerden bazılarıdır. Değerlendirmelerinde düşünce hareketlerini, yazarların psikolojisini, anlatım özelliklerini göz önünde tutanlar (Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Kaplan) oldu. Ana madde: Türk edebiyatında roman Roman, Türk edebiyatına Fransızca’dan yapılan çevirilerle girdi. Bu çevirilerden ilki Yusuf Kamil Paşa’nın Fenelon’dan yaptığı Terceme-i Telemak’tır. Daha sonra adı bilinmeyen bir çevirici Victor Hugo’nun ünlü romanı Sefiller’i (Les Miserables) çevirdi. 1860 - 1880 yıları arasında başta Fransız yazarlar olmak üzere birçok Batılı yazarın eseri Türkçe’ye çevrildi. İlk Türk romanı Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı eseridir. Sami’den sonra Ahmed Mithat romanlarıyla Türk romanının gelişmesine katkıda bulundu. Türk romanı asıl Tanzimat döneminde gelişti. Halide Edip Adıvar Bu ilk dönem yazarları daha çok Fransız Romantizm akımını örnek almışlardır. Taner Timur'a göre bunun öncelikli nedenlerinden biri bu dönemde Fransız romanında etkili olan Doğalcılık akımı ve bu akım doğrultusunda yazılan romanların toplumun en yoz ve kötü halini yansıtma eğiliminde olmalarıdır. Osmanlılar bu romanlarda anlatılan hikâyeleri bu nedenle beğenmemiş ve kendilerine uygun görmemişlerdir. [32] Émile Zola gibi yazarların kötümser determinizmi yerine, dönemin değişen Osmanlı toplumuna daha çok hitap eden konuları tercih etmişlerdir. Bu durum, Taner Timur'un Ahmet Mithat Efendi'den yaptığı alıntıda şöyle geçmektedir:[33] “ Bu zamanın tabii romancılarına bakılacak olursa dünyada ve bahusus dünyanın Fransa denilen kısmında ve hele Fransa'nın Paris denilen yerinde fezaili beşeriyeden (insani erdemlerden) hiçbir eser kalmamış olmak lazım gelir. ” Bu nedenle dönemin romanlarında daha çok romantik aşklar ve yanlış batılılaşma ana tema olarak ön plana çıkmaktadır. Recaizade Mahmud Ekrem’in Araba Sevdası yeni teknikler kullanılan Batılı anlamda türüne en yakın ilk Türk romanıdır. Servet-i Fünun edebiyatı döneminde ilk usta romanlar ve usta yazarlar kendilerini gösterdi. "Sanat sanat içindir" tezini savunan bu yazarlar aşk ve acıma gibi konuları işledi. Halit Ziya Uşaklıgil bu dönemin en önemli romancısı sayılır. Aşk-ı Memnu (1925) adlı romanı günümüzde de en başarılı Türk romanlarından biridir. 1910’dan sonra milli duyguların ağır basmasıyla birlikte "Genç Kalemler" dergisi çevresinde Türkçülük akımı gelişti. Milli romanların yazılması bu dönemde başladı. Halide Edip Adıvar’ın Vurun Kahpeye, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanları bu dönemin örneklerindendir. Cumhuriyet döneminde çağdaş Türk romanı ortaya çıktı. Peyami Safa ve Tarık Buğra gibi romancılar bu sahada birçok eserler verdiler. Toplumsal ve sosyal gelişmeleri konu alan romanlar yazıldı. Köy ve kent romanları ayrımı da bu dönemle ilgilidir. Ana madde: Türk edebiyatında öykü Leyla 'ya kavuşmaya çalışan Mecnun çölde Türk edebiyatında, bir olay anlatan sözlü ya da yazılı anlatılara hep hikaye adı verilmiş, manzum olanlara destan da denmiştir. Divan edebiyatında mesnevi türü (Leyla ile Mecnun, Husrev ve Şirin, Yusuf ve Züleyha vb.) bunun en ünlü örneğidir. Halk edebiyatında hikayeci-âşıklar tarafından kahvelerde, köy odalarında, düğün vb. toplantılarında söylenen hikâyeler,halk hikâyesi diye anılır. XV. yüzyılda yazıya geçirildiği sanılan ve destansı bir nitelik gösteren Kitab-ı Dede Korkut 'taki hikâyeler bunun ilk örnekleri sayılabilir. Anadolu'da XVI. yüzyıldan bu yana,sözlü halk geleneğinde sürüp gelen halk hikayelerinde olaylar nesir ile anlatılır, duygusal, coşkulu, haller nazımla ve saz eşliğinde söylenir. Halk hikayeleri, konuları bakımından, aşk hikâyeleri ve kahramanlık hikâyeleri olmak üzere ikiye ayrılır. Türk edebiyatında çağdaş hikaye Batı'dakinin tersi olarak, halk hikâye ve masallarının gelişmesiyle oluşmamış; XIX. yüzyılın ikinci yarısında doğrudan doğruya batı edebiyatının hikaye yolundaki verimleri örnek tutularak yazılmaya başlanmıştır. Batı uygarlığı çevresindeki Türk edebiyatında,hikâye karşılığı olarak küçük hikâye terimi kullanılmıştır. Edebiyatımızda Batı'daki anlamıyla ilk hikâye Ahmet Mithat Efendi tarafından yazılmıştır. Hikâyelerinin [34] kimi çeviri kimi yerlidir. Bu yolda ikinci yazar Emin Nihat'tır; Müsameretname adlı kitabında 7 hikâye toplanmıştır. Aynı dönemde kurgu ve anlatım bakımından başarılı sayılabilecek ilk örnek Samipaşazade Sezai'nin Küçük Şeyler adlı hikayesidir. Bu dönemin başka bir yazarı ise Nabizâde Nâzım'dır. Türk öykücülüğünü yetkinliğe kavuşturan yazar ise Halit Ziya Uşaklıgil oldu. Edebiyat-ı Cedide döneminde yalın diliyle dikkat çeken Uşaklıgil, titiz gözlemciliğiyle gerçekçi öykü geleneğini başlatan yazardır. Bu dönemin diğer yazarları Hüseyin Rahmi Gürpınar, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Hikmet Müftüoğlu ve Saffeti Ziya idi. Meşrutiyet’in ilanından sonra gelişen yeni edebiyat akımıyla birlikte öyküde toplumsal ve siyasi sorunlar işlenmeye başladı. Türkçe’de yabancı sözcüklerin temizlenmesi, yazımda konuşma dilinin hakim olması, taşra yaşamının gerçekçi bir üslupla edebiyata taşınması gibi özelliklerle bilinen bu dönemde Ömer Seyfettin, Türk öykücülüğünde yeni bir çığır açtı. Onu Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay izledi. F. Celaleddin, Selahattin Enis, Sadri Ertem, Cemal Kaygılı, Sabahattin Ali, Kenan Hulusi Koray, Nahit Sırrı Örik, Bekir Sıtkı Kunt, Mahmut Şevket Esendal Cumhuriyet dönemi öykücülüğünü hazırlan isimlerdir. Cumhuriyet dönemi 1930’lar sonrasını kapsar. Bu dönemde alışılmışın dışında bir öykü dünyası kuran Sait Faik Abasıyanık, Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaç), diyalogların usta yazarı Orhan Kemal, Mehmet Seyda, Samet Ağaoğlu, Sabahattin Kudret Aksal, Kemal Bilbaşar, Kemal Tahir ve Ahmet Hamdi Tanpınar Tarık Buğra öykü yazarları olarak ön plana çıktı. Günümüzde Türk öykücülüğü geniş bir konu ve üslup zenginliğiyle sürmektedir. Bunlar arasında Muzaffer Buyrukçu ve Osman Çeviksoy üslupçuluklarıyla ön plana çıkarken, İslam Gemici [35] , Necati Tosuner (Çıkmazda, Neden Kitap) gibi isimler de çalışmalarına aralıksız olarak devam etmektedirler. Ana madde: Türk edebiyatında şiir Fuzuli Türk şiirinin halk ağzından derlenmiş en eski ürünlerinden bazıları Divân-ı Lügati't-Türk 'tedir. Çuçu adlı bir Türk şairinin adının da anıldığı bu kaynaktaki şiirler aşk, doğa, kahramanlık, ahlaksal öğütler gibi dünya şiirinin en eski ve yaygın konularını kapsar. Burada verilen örnekler hece vezniyle söylenmiş, uyaklı dörtlüklerden oluşur. VIII.-XIII. yüzyıllardan kalma manici ve budhacı Uygurlar'a ait şiirler koşuğ,küğ gibi adlar taşır. Bazılarının adları (Aprınçur Tigin, Sıngku, Seli Tutung)da bilinen bu dönem şairlerinin ürünlerinde hece vezni ve uyak gibi öğelerin yanında dize başındaki uyaklardan, dize yenilemelerinden, aliterasyondan da geniş biçimde yararlanılmıştır. Şölen, sığır, yuğ gibi dinsel törenlerde kopuz eşiliğinde söylenen eski Türk şiiri İslam dininin benimsenmesinden sonra Türk halk şairlerin ürünlerinin prototipidir. İslam, İran şiiri aracılığıyla alınan biçimler yanında yerli biçimler de (tuyuğ, şarkı) görülür. Şiirin kapalı olmaması, kolay anlaşılması daima istenmiştir. “ Şiirde sözün ruşen ola, açık ola ve sakın ki gamız söylemeyesin, yani örtülü söylemeyesin. [36] ” Büyük ölçüde anlatı ustalığına dayanan eski şiirin bilgi kaynağından da beslenmesi ileri sürülmüştür. Bu yoldaki görüşler karşın divan şiiri ve XVIII. yüzyıldan itibaren ondan derin biçimde etkilenen halk şiiri, gerçek yaşamdan ve toplumdan alabildiğine uzaklaştı. “ İlimsiz şiir esası (temel) yok duvar gibi olur ve esassız duvar gayette biitibar olur.---- Fuzuli ” Milli edebiyat akımı ve konuşma diline, günlük yaşama, sokaktaki adamın serüvenine yönelen Garip şiiri ve daha sonraki hareketlerde şiirde vezin, uyak, söz ve anlatım sanatı gibi doğallığa aykırı anlatım öğelerini adım adım geride bıraktı. Masal kelimesinin eski Türk dili anlatımlarında ve eski metinlerde "masal" , "mesele", "misal", "hikaye", "destan", "kıssa" karşılığında kullanıldığı görülmektedir. Zamanla bu kelimeye menşe olacak "mesel" kelimesi ise 19. yüzyılın başlarından itibaren yazılı ve sözlü kaynaklarda rastlanmaktadır. Bu kelime "örnek verme" ve "benzer" anlamlarında kullanılmaktadır. Bazı Türk yerleşim bölgelerinde "atasözü" karşılığında da kullanılan kelime Azeri sahasında "nağıl", Anadolu'nun bazı bölgelerinde "metel" şeklinde söylenilmektedir. Edebiyatımızda masalı gerçek anlamda ilk defa Namık Kemal'in "Mukaddeme-i Celal" 'inde kullanıldığı görülmektedir. Yazar, masalı tamamen hayali olaylardan meydana gelen bir anlatım türü olarak görmektedir. Namık Kemal ayrıca masalların ahlaki, eğitici ve terbiye edici özellikleri olduğunu belirtmektedir. Ziya Gökalp, "Türkçülüğün Esasları" (1923) adlı eserinde masalı; halk edebiyatı ürünleri içerisinde göstererek, masalların halk hayatındaki önemine yer vermiştir. Türk masalları üzerinde araştırma yapan Pertev Naili Boratav "100 Soruda Türk Halk Edebiyatı" adlı eserinde masalı nesirle söylenmiş, dinlik ve büyülük inanışlarından ve törelerden bağımsız, tamamiyle hayal ürünü, gerçekle ilgisiz ve anlattıklarına inandırmak iddiası olmayan kısa bir anlatı şeklinde tanımlamaktadır. Recaizade Mahmut Ekrem, "Çok Bilen Çok Yanılır" adlı eserini bit masalı genişleterek yazdığını söyler. Türk masal]arının kahramanları genel olarak insanlar, hayvanlar ve doğaüstü varlıklardır. Cadı karıları, devler, vezir vs. kötü kahramanlar iken padişah, kral, hükümdar, hızır, derviş vs. iyi kahramanlardır. Tilki, aslan, Anka kuşu, papağan gibi hayvan kahramanların olduğu masalların yanı sıra derviş, hızır, peri, cin gibi doğaüstü varlıkların yer aldığı masallar da bulunmaktadır. Türk masallarında en önemli tiplerden biri Keloğlan'dır. Keloğlan tipi Türk zeka gücünün en iyi temsilcisidir. Daha çok bilgi için: Keloğlan Türk masal kaynakları yazılı kaynaklar (kitaplar) ve sözlü yaşayan kaynaklardır. Türk yazılı masal kaynaklarının doğuş ve çıkış yerleri şöyle sınıflandırılmaktadır: * Uygur Kaynağından Gelenler : Altun Yaruk, Üç Prensle Bir Parsın Hikayesi, Prens Kayanamkara ve Papamkara Hikayesi, Kuanş im Pusar [37] (Ses İşiten İlah). * Hint Kaynağından Gelenler: Kelile ve Dimne, Tutiname ve Bahar-ı Daniş. * Arap ve Fars Kaynağından Gelenler: Simbadname, Mantıku't Tayr, Binbir Gece Masalları, Binbir Gündüz Masalları. * Batı Kaynağından Gelenler: La Fontaine Masalları, Ezop Masalları ve Grim Kardeşler. * Türk Kaynağından Gelenler : Dastan-ı Ahmet Harami, Mecmua'ül Metaif, İbn-i Sina Hikayeleri, Billur Köşk Masalları. Bu konuda daha detaylı bilgi için, Mizah maddesine bakınız. Türk edebiyatında gerçek anlamda ilk mizah ürünleri masallar, fıkralar ve seyirlik oyunlardır. Divan edebiyatında da sık rastlanmamakla birlikte mizah yer almıştır. Tanzimat döneminde Türk mizahının çehresi geniş ölçüde değişti. Teodor Kasap ve Direktör Ali Bey’in Fransız edebiyatının etkisiyle yazdıkları tiyatro eserleri önem kazandı. Şinasi’nin Şair Evlenmesi, Ziya Paşa’nın Zafername Şerhi, Namık Kemal’in imzasız fıkra ve yergileri bu tiyatro eserlerini izledi. II. Meşrutiyet’le birlikte Türk mizah edebiyatı büyük gelişme gösterdi. Baha Tevfik, Peyami Safa, Ömer Seyfettin, Yusuf Ziya Ortaç ve Orhan Seyfi Orhon gibi birçok yazar mizah yazılarıyla ünlendi. Cumhuriyetle birlikte Türk mizahı yeni bir kimlik kazandı. Bu dönem yazarları geçmişi eleştiren, yeni dönemi savunan bir tutum benimsedi. Çok partili dönemle birlikte mizah kapsam ve konu bakamından büyük zenginlik kazandı. Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz, Orhan Kemal, Bedii Faik, Haldun Taner, Muzaffer İzgü, Çetin Altan gibi yazarlar bu dönemin önemli isimleridir. 1940'larda Nesin ve Ilgaz'ın Markopaşa dergisindeki çalışmaları halk tarafından benimsenmiş ve derginin tirajını yükseltmiştir. [38] 1990'larda özellikle Leman, Hıbır gibi karikatür dergilerinde güncel ve hiciv ağırlıklı mizah içeren köşe yazıları ön plana çıktı. Bu yazarlardan bazıları daha sonra yazılarını toplama eserlerde yayınlama imkanı buldular. Bunlara örnek olarak Atilla Atalay ve Metin Üstündağ verilebilir. Zaten Türkiye'de oldukça kuvvetli bir karikatür mizah geleneği bulunmaktadır. Akbaba ve Markopaşa'dan Gırgır, Hıbır ve Leman'a; bunlardan 2000'li yılların L-Manyak ve Penguen dergilerine, özellikle taşlama içerikli, mizahi karikatür ve köşe yazıları yaygın bir türdür. Bunlara ek olarak günümüzde Ferhan Şensoy gerek oyunları, gerekse düz yazıları ile kendine özgü mizah anlayışını göstermektedir. Türkiye dışındaki Türk Cumhuriyetleri ve Türk toplulukları, Türk edebiyatları aynı kültürden beslenmiş olmaları yönüyle, ortak edebi bir geçmişe sahiptir. İslamiyet öncesi Türk edebiyatının sözlü ve yazılı eserleri zaten sınırlı bir coğrafyada yaşayan Türklerin ilk ortak edebi ürünleri sayılmaktadır. Bu bakımdan Türk destanları ve İslamiyet'ten sonra yaygınlaşan halk hikayeleri, bütün Türk dünyasında da aynı şekilde yaygın olarak bilinmektedir. İslamiyeten etkisiyle gelişen Türk edebiyatında da durum bundan farklı değildir. Kırgız Türklerinin "Umanas Destanı", Özbek Türk edebiyatının ilklerinden Ali Şir Nevai, Babür Şah, Ahmet Yesevi, Uygur Türklerinin aynı zamanda ilk edebi eseri olan Divân-ı Lügati't-Türk, Kutadgu Bilig, Atabetül Hakayık gibi Türk edebiyatının klasikleri, bu "ortak edebi" geçmişin örnekleridir. Nizami, Nergisi, Bağdatlı Ruhi, Kadı Burhanettin, Seyyid Nesimi, Ahdi, Fuzuli gibi şair ve yazarların "klasik" bir nitelik taşıyan söz konusu eserleri bütün Türk dünyasında tanınmış ve okunmuştur. 19. yüzyılda bağımsızlıklarını kaybeden Türk boyları, Anadolu coğrafyasında gelişen edebi anlayışla, şekil ve muhteva bakımından farklılık arz eden bir edebi faaliyet göstermişlerdir. Türkiye dışında kalan Türkler bütün olumsuz şartlara rağmen edebi eserler vermeye devam etmişlerdir. Bu edebi eserlerde ana tema her zaman "hürriyet" fikri olmuştur. Zaman zaman milli kaynaklara yönelen sanatçılar, halkın sıkıntılarını edebi eserler vasıtasıyla dile getirmişlerdir. Bu eserlerde en önemli özellik yazar ve şairlerin sembolik bir anlatımı tercih etmeleridir. Bu tavır, sanatçının içinde bulunduğu topluma yönelik bazısiyasi baskılardan kaynaklanmaktadır. 20. yüzyılın sonlarına doğru "milli uyanışa" sahne olan Türk dünyasında edebi gelişmeler de bu paralelde gerçekleşmiştir. Şair ve yazarlar öz kültürüne yönelmiş ve yarım yüzyıl yasaklanmış pek çok milli düşünceyi eserlerinde işlemeye başlamışlardır. Azerbaycan Türk edebiyatı, Azerbaycan, İran, Irak sahalarında yaygın olarak kullanılan Azeri şivesiyle meydana getirilen eserlerden oluşmaktadır. Halk edebiyatı ve İran edebiyatı etkisinde gelişen Azeri edebiyatı ile Anadolu'da gelişen Türk edebiyatı arasında pek çok ortak nokta bulunmaktadır. Kerem ile Aslı, Köroğlu, Nasreddin Hoca, Aşık Garip gibi edebi ürünler her iki sahada da yaygındır. Anadolu sahasında da tanınan Kadı Burhanettin, Nesimi, Fuzuli gibi şairler, Azeri edebiyatının önde gelen isimlerindendir. Kazakistan Cumhuriyeti bünyesinde yaşayan Türkler ile Doğu Kazakistan'daki Kazak Türklerinin oluşturduğu bu edebiyata "Kazak Türkleri Edebiyatı" denir. Anadolu sahasında bilinen Tahir ile Zühre, Yusuf ile Zeliha, Leyla ile Mecnun gibi halk hikayeleri Kazak Türkleri arasında da yaygındır. Kıbrıs, 1571 yılında Türkler tarafından fethedilmiştir. Yaklaşık beşyüz yıl; dil, tarih, folklor ve edebi alanda çeşitli eserler veren Kıbrıs Türkleri, XX. yüzyıla kadar klasik edebiyatımızın etkisinde kalmıştır. Aşık Remzi, Mehmet Derviş Efendi, Sükuti gibi klasik edebiyatı şairleri aynı zamanda klasik edebiyat şairleri aynı zamanda klasik edebiyatın ilk temsilcileri sayılır. Bir müddet adada ikamet eden Ziya Paşa ve Namık Kemal de bazı eserlerini burada vermiştir. Ala dağlar(Tanrı dağları) vadisi ve Ala dağlar bölgesinde yerleşmiş olan Kırgız Türkleri, zengin bir sözlü edebiyata sahiptirler. Kırgızların en önemli destanları Manas Destanı'dır. Manas Destanı'nın bilinen kısmı 1 milyon beyit kadardır. Geleneksel Kırgız Manas Destanı'nın Karakol şehrinde canlandırılması Ceti tördün başında, Cetkilen tuuğan Böyön Kan, Böyön kandın balası, Kayrattuu tuuğan Kara Kan Kara kandın balası, Kayrattuu tuuğan Cakıp Kan, Çuŋkar uya üstündö Almatının oosında Cerdep catkan Cakıp Kan Keçe Aydar kandın kısı Çıyrıçını Alğan eken Cakıp kan ... [39] Çağdaş Kırgız Türk edebiyatının en önemli romancısı Cengiz Aytmatov'dur. Özellikle lirik aşk hikayeleri ve halk kültürlerinden ilham alarak yazdığı milli eserleriyle tanınan Cengiz Aytmatov'un eserleri pek çok dile de çevrilmiştir. Özbekistan Türk edebiyatı, Türk şivelerinden biri olan Çağatay şivesiyle meydana getirilmiş edebiyatın devamıdır. Bütün Türk dünyasında tanınan; Ali Şir Nevai, Babür Şah, Şeybani gibi şair ve yazarlar, Çağatay Türkçesiyle eserler yazmışlardır. Bugünkü Türkmenistan Cumhuriyeti sınırlarında yaşayan Türklerin meydana getirdiği Türkmenistan Türk edebiyatı, zengin sözlü bir edebiyata sahiptir. Türk dünyasında da yaygın olarak bilinen "Dede Korkut kitabı, Köroğlu, Aşık Garip Hikayesi, Tahir ile Zühre" gibi halk hikayeleri bu sözlü edebiyatın temelini oluşturur. Türk toplulukları Türk edebiyatı: * İdil-Ural çevresi edebiyatı: Tatar edebiyatı, Başkurt edebiyatı, Çuvaş edebiyatı, * Karadeniz, Kafkas ve Hazar ötesi edebiyatı: Gagavuz Türkleri edebiyatı, Kazan Türkleri edebiyatı, Kırım Türkleri edebiyatı, Karaim Türkleri edebiyatı, Karaçay-Balkar Türleri edebiyatı, Kumuk Türkleri edebiyatı, Nagay Türkleri edebiyatı, Karakalpak Türkleri edebiyatı, * Sibirya Türkleri edebiyatı: Yakut Türkleri edebiyatı, Hakas Türkleri edebiyatı, Tuva Türkleri edebiyatı, Altay Türkleri edebiyatı, * Balkan Türkleri edebiyatı: Batı Trakya Türkleri edebiyatı, Romanya Türkleri edebiyatı, Yugoslavya ve Makedonya Türkleri edebiyatı, Bulgaristan Türkleri edebiyatı, * Irak Türkleri edebiyatı, * Doğu Türkistan - Uygur Türkleri edebiyatı gibi toplulukların edebiyatlarından oluşmaktadır Türk edebiyatı ile Türk toplulukları arasındaki yarım yüzyıllık siyasi bir kopmanın dışında hiçbir ayrılık gözlenmemektedir. Duygu, düşünce ve zevk bakımından ortak bir özellik taşıyan Türk edebiyatlarındaki konu farklılıkları her bölgede yaşayan "tarihi, siyasi ve sosyal olayların" ayrı ayrı biçimlerde gelişmesinden kaynaklanmaktadır. Türk topluluklarındaki eserlerde ekseriyetle "esaret teması" ve "hürriyet fikri" ana temayı oluşturmaktadır. Bütün Türk toplumlarında; "milli kaynaklara yönelme ve öze dönüş"le ilgili konularda da ortak noktalar bulunduğu gayet açık bir şekilde görülmektedir. * Bu sayfa son olarak 20:18, 14 Ağustos 2008 tarihinde güncellenmiştir. * Metin GNU Özgür Belgeleme Lisansı kapsamındadır. (Telif hakkı detayları) Parapsikoloji Vikipedi, özgür ansiklopedi Parapsikolojiye, halihazırda sekiz üniversitede okutulmasına karşın, ABD’de ve birçok ülkede "sınır-bilim" (fringe science) gözüyle bakılmaktadır; çünkü araştırmaları A.B.D.'ndeki bilim adamlarının büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmiş "standart varsayım numuneleri" (Scientific modelling) içinde henüz yer almamaktadır. Parapsikolojik araştırma laboratuvar araştırmasını ve bilimsel alan çalışmasını içeren bir dizi metodoloji gerektirir ki, günümüzde bu metodolojik parapsikoloji araştırmaları bazı özel laboratuarlarda ve dünyanın çeşitli üniversitelerinde sürdürülmektedir. [4] Bununla birlikte, günümüzde parapsikolojik araştırmalara etkin olarak destek veren (sponsorluğunu yapan, finanse eden) üniversiteler, tüm üniversitelerin sayısına oranla çok fazla değildir. Bu tür akademik araştırmalar özel parapsikolojik yayınlarda, bazı parapsikolojik araştırmalar da geleneksel gazetelerde makale olarak yayımlanmaktadır. A.B.D.’li parapsikologlarca sürdürülen deneyler iki alanda ya da iki yöntemde yoğunluk kazanmıştır. Kullanılan temel yöntemlerden biri, psikokinezinin varlığını ortaya koymak üzere RNG (Random number generation ) yöntemidir, diğeri duyular-dışı algılamanın varlığını ortaya koymak üzere de uyaranlardan yalıtılmanın sözkonusu olduğu “Ganzfeld uyarımı”dır. Bunlardan başka, parapsikolojik araştırma deneylerinin bir kısmını da, A.B.D.’de, "gezici (coğrafi) durugörü" olasılıklarını incelemek üzere, devlet sözleşmesi altında sürdürülen araştırma deneyleri oluşturmaktadır. Ray Hyman, Stanley Krippner, James Alcock ve bazı bilim adamları parapsikolojide kullanılan bu iki yönteme ve bu iki yöntemle elde edilen verilere eleştiri getirmektedirler. Kuşkucu araştırmacılara göre, yöntemsel (metodolojik) kusurlar, birçok parapsikolog tarafından sunulmuş normal-dışına ilişkin açıklamalardan ziyade, görünüşteki deneysel başarılar için en iyi açıklamayı sağlamaktadır. Parapsikolojiye ABD'de sınır-bilim, hatta Kaliforniya'da sözdebilim olarak bakılmaktaysa da, bu alandaki çalışmalar Avrupa'da özellikle 1977'deki “İzlanda Tezleri” sonrasında bilimsel saygınlığını kazanmaya başlamıştır. 1977’de Reykjavik'de (İzlanda)’da yapılan uluslararası kongrede sunulan, “İzlanda Tezleri” adıyla tanınan rapor ve verilerin bilimsel değerleri “1973 yılı Nobel Fizik Ödülü” sahibi Brian Josephson tarafından onaylanmıştır. Çoğu araştırmacı İzlanda Kongresi’ni parapsikolojinin “tarihi an”ı olarak nitelendirir.[5] [6] Günümüzde parapsikolojik araştırma kuruluşlarının bir kısmı "psişik araştırma" adı altında etkinlik göstermektedir. Parapsikoloji günümüzde A.B.D.'nden Yunanistan'a dek yaklaşık 40 ülkede üniversitelerde kürsü edinmiş bulunmakta ve okutulmaktadır. [7] Kimilerine göre, parapsikoloji materyalist metapsişiğe verilen yeni isimdir ya da metapsişiğin materyalistleşmiş devamıdır. Bir çiçeğin Kirlian fotoğrafçılığı yöntemiyle saptanan ışıması Sheila Ostrander, Lynn Schroeder ve diğer birçok yazar vaktiyle Sovyetler Birliği’nde ve diğer birçok Doğu Bloğu ülkelerinde parapsikolojik alanda pek çok akademik araştırmanın yürütülmüş olduğunu, bu araştırmaların devlet tarafından desteklendiğini bildirmektedir. [8] Yazarlar kitaplarında CIA’nin çalışma programında da casusluk alanında kullanılmak üzere, parapsikolojik araştırma ve incelemelerin yer almış olduğuna dikkat çekmişlerdir. [9] Doğu Bloğu ülkelerindeki bu çalışmalar sonucunda sözkonusu alanda Batı’daki parapsikolojik terimlerden farklı terimleri içeren bir terminoloji oluşmuştur. Doğu Bloğu ülkelerinde sözkonusu alanda ortaya atılmış terimlerden bazıları psikotronik (parapsikoloji)[10], biyoenerji, biyoplazma, Kirlian fotoğrafçılığı olarak bilinir. [11] Doğu Bloğu’nda Stalin döneminden itibaren medyumluk yeteneklerine sahip en ünlü isimler arasında Wolf Messing, Nina Kulagina[12] [13] ve Stanislawa Tmoczyk [14] sayılabilir. Bunlardan son ikisiyle bilim adamları sayısız deneyler yapmıştır. Parapsikolojik araştırma alanı için önceleri, özellikle Avrupa'da metapsişik ve parapsişik terimleri kullanılıyordu. Metapsişik terimi Aristo'nun "Metafizik" kitabının isminden esinlenen 1913 Nobel ödüllü fizyoloji profesörü Charles Richet (1850-1935) [15] tarafından 1905'te ortaya atılmış, parapsişik terimi ise, Dijon Akademisi ve Grenoble Akademisi rektörü olan Emden ödüllü bilimci ve filozof Emile Boirac (1851-1917) [16] tarafından ortaya atılmıştır. Prof. W. McDougall bu adı parapsikoloji terimiyle değiştirerek bu terimin uluslararası sahada kabul görmesini ve literatürde yerini almasını sağlamıştır. Fakat parapsikolojinin A.B.D.’li öncüsü biyoloji doktoru ve bitkibilimci olan Prof. J. B. Rhine’dır. Rhine çalışmaları sonucunda bazı kişilerin bedensel duyuları kullanmadan dış dünyadan ya da diğer insanların zihinlerinden bilgi edinebileceklerini gözlemlemişti. Bu olguya duyular-dışı algılama(D.D.A.) ya da duyular-dışı idrak (D.D.İ.) anlamında "extra sensory perception" – (İngilizce kısaltılmışı: ESP) adını verdi. Parapsikoloji terimi Alman psikolog Max Dessoir tarafından 1889’da ortaya atılmış, Rhine tarafından benimsenmiştir. Bununla birlikte 1930’lu yıllardan itibaren psişik fenomenin laboratuvar koşulları içine çekildiğinin, yani laboratuvar metodolojileri uygulanarak incelendiğinin vurgulanması amacıyla parapsikoloji terimi yerine “psişik araştırma” teriminin kullanımı daha yaygınlık kazanmıştır. [17] Parapsikologlar parapsikolojinin tarihsel gelişim sürecini dört dönemde ele alırlar: Antik Dönem, Mesmerizm Dönemi, spiritüel bilgilerin yayıldığı, yani ekolleştiği Kurumlaşma Dönemi ve bir bilimsel araştırma alanı olarak üniversitelere yayıldığı Modern ya da Akademik Dönem. Ortaçağda radyestezi uygulamaları Klasik dönem de denmektedir. Bu dönem, tarih çağlarından başlayarak 1700’lü yıllara kadar sürmüştür. Psişik yetenekler yalnızca son yıllarda ilgi duyulup incelenen bir alan değildir. Örneğin Antik Yunan ve Roma’da bu olgular bilinmekteydi. O dönemde yaşamış Pisagor, Eflatun, Çiçero, Seneca, Virgil ve pek çok bilim, sanat ve devlet adamı bu konuları incelemişlerdi. Medyumluk yeteneklerine sahip insanlar, tarih boyunca büyücü,şaman,cadı,ermiş,kahin,mistik vs. adlarla ifade edilmişlerdir. Yine bazı yazıtlardan ve duvar resimlerinden eski insanların radyesteziyi bildikleri anlaşılmaktadır; eski insanlar çatal çubuk yöntemiyle toprak altında su ve maden araması yapmışlardır. Bilinen en eski çatal çubuk resmi M.Ö. 1300 yıllarına aittir ve Mezopotamya’da bulunmuştur. Yine, Antik Yunan'da prekognisyon ve kehanet olayları oldukça yaygındı. Gerek Yunanistan’da gerekse Anadolu’da birçok kehanet merkezi, tapınağı mevcuttur. Bu döneme ait psişik konulardaki kayıtların hepsi elbetteki, günümüze kadar, olduğu gibi korunabilmiş değildir. Ancak, o dönemleri anlatan ikinci el eserlerden bunları elde etmemiz mümkün olmaktadır. Dolayısıyla arkeoloji biliminin bulguları, bilgileri ve birikimi arttıkça tarihi çağlarda yaşanmış psişik deneyimler hakkında daha doğrudan bilgi ve veri elde edilebilmektedir. Mesmer’in baquet denilen kolektif tedavi uygulamasını tasvir eden gravür Parapsikolojinin temelleri bu dönemde ortaya atılmıştır denilebilir. Çünkü bu dönemde ilk defa bir bilim adamı, bir tıp adamı, hastalarını ruhsal şifa yöntemleriyle tedavi ettiğini tüm dünyaya duyurmaktaydı. 1700’lü yıllarda Viyana'lı doktor Franz Anton Mesmer kendisine sinir rahatsızlığı ile gelen bazı hastaların tedavisi sırasında normal tıbbi müdahalenin yanısıra mıknatıslı çubuklar kullanarak da sonuç alabileceğini farketti. Araştırmalarına devam eden Mesmer bir müddet sonra mıknatıs çubuk yerine ellerini kullanarak da aynı işi yapabileceğini keşfetti. Mesmer bunu, canlıların bedenlerinden yayılan canlısal manyetizma (hayvansal manyetizma ) adı verilen bir güçle açıklıyordu. Mesmer bu dönemlerde oldukça ciddi çabalar içerisinde bulunmuştur. Aleyhinde birçok meslektaşı vardı; fakat daha önemlisi, sayısız hastası da onun yöntemleriyle şifa bulmuştu. Mesmer’in çalışmalarını Fransız aristokrat Marki de Puysegur devam ettirmiştir. Puysegur bu bedensel manyetizma gücünün sadece şifacılarda bulunmadığını, her insanda mevcut olduğunu iddia ederek, hastadaki inanç ve iradenin fiziksel beden üzerinde değişiklikler meydana getirdiğini söylüyordu. Puysegur kendi yöntemleriyle insandaki "yapay uyurgezerlik" olayını ortaya çıkardı ve buna “somnambulizm” adını verdi. Bu değişik şuur halinin keşfi gelecekte birçok parapsikolog ve metapsişikçinin çalışmalarında büyük olanaklar sağlamıştır. Çünkü duyular-dışı algılama fenomenleri ya da halk arasındaki adıyla altıncı duyu, bu şuur halinde daha kolay ortaya çıkmaktaydı. Bu ön araştırmalarla ileride gelişecek olan parapsikoloji biliminin temeli atılmış oluyordu. Artık bilim adamlarının eline birtakım veriler geçmiş bulunuyordu. Salpêtrière ekolünden Charcot’nun bir histerik hasta üzerinde hipnoz gösterisi. Medyum Eva Carrière’in elleri arasında paranormal bir ışık belirdiği zaman çekilen fotoğrafı (1912) 19. yüzyılın sonlarına doğru bazı aydınlar, bilimin getirmiş olduğu katı maddeci anlayışın doğurduğu kısır dünya felsefesine karşı açık tepkilerini ortaya koymuşlardır. Bu tepkiyi ortaya koyanlar daha sonra da göreceğimiz gibi, yine o dönemin önde gelen ünlü bilim adamları olmuştur. 18. ve 19. yy. bilim anlayışına göre insan tesadüflerle oluşmuş gayet mekanik ve otomatik yapıya sahip bir varlıktı. Bu açıklamalarla yetinmeyen ve insan varlığının daha üstün, daha aşkın bir öze sahip olduğunu anlayan bu aydınlardan bir kısmı 1882 yılında Londra’da Psişik Araştırmalar Derneği’ni kurdular (İngilizce kısaltılmışı SPR: Society for Psychical Research). Derneğin ilk kurucuları arasında bulunan bilim adamlarının ve aydınların ortak düşüncesi, aynı zamanda, evrene şu soruyu sormaktı: "İnsanın öz varlığı bedenin ölümünden sonra varlığını sürdürür mü?" Dernek bazı bilim çevrelerince o kadar ilgi görüyordu ki gerek başkanları gerekse üyeleri tanınmış bilim adamlarıydılar. Başkanlar arasında Nobel Ödülü almış üç bilim adamı, bir başbakan ile çoğu fizikçi ve filozoflardan oluşan çok sayıda profesör bulunmaktaydı. Yani, ruhsal araştırmalar alanında kurulmuş bu ilk dernek aslında önemsiz, küçük, kendi alanında araştırmalar yapan bir dernek değildi. Aksine gerek kurucuları, gerek başkanları, gerekse üyeleri o dönemin bilim ve düşünce tarihine isimlerini yazdırmış kimselerdi. Bu aydın bilim adamları o dönemde tek bir noktada uzlaşıyorlardı: 19. yy. biliminin kendilerini içine sürüklediği mekanik kör düğümden çıkacak bir yol bulmak. İngiliz Psişik Araştırmalar Derneği üyeleri bu amaçla insan varlığının duyular-dışı yönlerini ve özellikle psişik yeteneklerini inceleme yoluna gittiler. Konuyla ilgili yüzlerce vaka topladılar ve bunları hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan objektif bir biçimde incelediler. Bunun yanısıra bu araştırmaları destekleyici birçok psikolojik araştırmalar da yaptılar. Çoğunun yüksek dereceli çabalarından dolayı o günlerde açıklanamaz olarak görülen olaylar, bugün birçok ılımlı bilim adamı tarafından kabul edilmektedir. Ayrıca aralarında Freud, Pierre Janet ve C.G. Jung’un da bulunduğu ilk psikoterapistlerin çoğu bu derneğin üyesiydi. Bu ünlü psikologlar da dernek çevresinde çok önemli ve yararlı çalışmalar yapmışlardır. Society for Psychical Research,Columbia University Librairies,İlgili Akademik Makaleler Psikanaliz ekolünün kurucusu Freud “eğer yaşamımı tekrarlayabilseydim, kendimi psikanaliz yerine parapsişik araştırmaya adardım” demiştir. Kendisinin telepatiyle ilgili görüşlerini bildirdiği “Psikanaliz ve Telepati” başlıklı raporu bazı bilim çevrelerinin baskısı nedeniyle ancak ölümünden sonra yayınlanmış ve beklenildiği gibi, pek yankı da uyandırmamıştır. Parapsikoloji araştırmalarının yakın tarihini oluşturan kurumlaşma döneminde başlıca üç kuruluşun faaliyetleri görülmektedir: Klasik deneyleri ile ilk adımları atan, 1882’de kurulan İngiliz Psişik Araştırmalar Derneği (SPR)[18], 1919'da kurulan Uluslararası Metapsişik Enstitüsü (Institut Métapsychique International) [19] ve Prof. J. B. Rhine’ın 1932’de Kuzey Carolina'da Duke Üniversitesi Psikoloji Fakültesi'nde kurduğu Parapsikoloji Laboratuvarı'dır. Her üç kuruluşun da başkanları genellikle bilim adamları olmuştur. Örneğin, İngiliz Psişik Araştırma Derneği’ne başkanlık yapmış isimlerden bazıları tarihsel sırasıyla şunlardır: Uluslararası Metapsişik Enstitüsü'nün üyelerinden bazıları da şunlardır: SPR’nin kuruluşundan birkaç yıl sonra 1885’te A.B.D.'nde özellikle psikolog William James’in çabalarıyla parapsişik araştırmalar yapmak üzere yeni bir dernek kuruldu. SPR'yi örnek alan bu derneğin adı da Amerikan Psişik Araştırmalar Derneği'ydi (ASPR: American Society for Psychical Research). Bu derneğin üyeleri de parapsikolojik, parapsişik ya da paranormal diye adlandırılan her türlü olayı incelemek amacını güdüyordu. SPR ve ASPR’yi örnek alan diğer Avrupa ülkelerindeki aydın bilimciler de birbiri ardına, psişik araştırmalara eğilmeye, dernekler kurmaya başladılar. Fransızlar 1919’da sözkonusu alanda önemli bir yer edecek olan Uluslararası Metapsişik Enstitüsü’nü kurdular. Kısa bir süre sonra Almanya, İtalya ve İskandinav ülkelerinde de benzeri kuruluşlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Ardından 1921 yılında Kopenhag’da ilk Uluslararası Psişik Araştırma Konferansı'nın düzenlenmesiyle parapsikolojik araştırmalarda uluslararası bir platform oluşmaya başlamıştı. O yıllarda artık ülkeler, bu alanda birbirlerinden bilgi almaya başlar hale gelmişlerdi. Araştırmacı Hereward Carrington’ın yayımladığı bir rapora göre 1930’a kadar -öncü ülkelerin dernekleri dışında- şu ülkelerde psişik dernekler kurulmuş bulunuyordu: Avusturya, Rusya, İspanya, Portekiz, Hollanda, Belçika, İsviçre, Yunanistan, Polonya, İzlanda, Japonya, Meksika, Kanada, İrlanda, Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Afrika Cumhuriyeti, Hindistan, Çin ve Arjantin. (Bu listeye, resmi olmayan kuruluşlar dahil edilmemiştir.) Londra'da 1882'de kurulan İngiliz Psişik Araştırmalar Derneği önce, inceleme konularını alanlarına göre sınıflandırdı: Bu sınıflandırılmış alanlar içinde, telepati, hipnotizma, Reichenbach fenomeni, aparisyonlar, tekinsizyer fenomeni, Spiritüalizm'deki "fiziksel medyumluk" fenomen ve yetenekleri, "döner masa" fenomeni, ektoplazma oluşumları, materyalizasyon sayılabilir. Bu kurum, Avrupa’nın diğer ülkelerindeki ve A.B.D.’ndeki benzer kurumların oluşmasında örnek oluşturmuştur. Fransa’da 1919’da kurulan Uluslararası Metapsişik Enstitüsü de çalışmaları ve ardıl kurumlara örnek olması bakımından İngiliz Psişik Araştırmalar Derneği’nden aşağı kalmamıştır. Uluslararası Metapsişik Enstitüsü özellikle Charles Richet, Jean Meyer, Gustave Geley gibi bilimcilerin çalışmalarıyla metapsişik alanda adını duyurmuştur. Kurum, araştırma ve incelemelerinin yanı sıra metapsişik terimlerin ortaya atılmasında ve yerleşmesinde başarılı çalışmalarda bulunmuştur. Bu terminolojik çalışmalarda özellikle kurumun üç kurucusundan biri olan Jean Meyer’in katkısı büyüktür. Kurumun diğer iki kurucusu İtalyan kökenli Prof. Rocco Santoliquido ve Dr. Gustave Geley’dir. Prof. Charles Richet psişik deneylere istatistiksel yöntemi ilk kez uygulayan kişi olmuştur. İnsandaki normal psişik halleri aşan duyular-dışı yetenekleri ifade etmek üzere, metapsişik terimini de yine ilk kez Charles Richet kullanmıştır. İlk parapsikoloji laboratuvarlarında telepatik iletişim olasılığını test etmek üzere kullanılan Zener kartları, iç yüzlerindeki sembollerle 1911’de Stanford Üniversitesi A.B.D.'nde duyular-dışı algılamayı ve psikokineziyi laboratuvar koşullarında etüd eden ilk akademik kurum oldu. Bu konuda John Edgar Coover yoğun çaba göstermiştir. 1930’da ise Duke Üniversitesi A.B.D.’nde ESP ve psikokineziyi laboratuvar koşullarında etüd etmek isteyen ikinci akademik kurum oldu. Psikolog William McDougall’un ve Karl Zener, Joseph B. Rhine, Louisa E. Rhine gibi, Üniversite’nin psikoloji bölümünden çeşitli öğretim görevlilerinin önderliğiyle, üniversite öğrencileri içinden seçilmiş gönüllü deneklerin kullanıldığı laboratuvar deneyleri başladı. İlk deneylerde Zener kartları ve zar kullanılyor, niceliksel ve istatistiki bir yaklaşımın sözkonusu olduğu bu deneylerde deneklerin tahminlerindeki başarılar istatistiki olarak kaydediliyordu. Duke Üniversitesi’ndeki bu deneylerin sonucu olarak, ESP’nin test edilmesindeki standart laboratuvar süreçleri gelişti ve bunlar dünyadaki pek çok ilgili araştırmacılar tarafından benimsendi. [22] Rhine’nın 1937’de yayımlanan “Zihnin Yeni Sınırları” kitabı laboratuvar sonuçlarının halka aktarılmasını sağladı. Rhine, kitabıyla üniversitede sürdürülen araştırmaları açıklarken, Alman psikolog Max Dessoir’ın 40 yıl önceye ortaya attığı “parapsikoloji” terimini de popüler hale getirmiş bulunuyordu. Rhine aynı zamanda özerk bir parapsikoloji laboratuvarı kurdu ve McDougall ile 6 ayda bir çıkan Journal of Parapsychology’ yi yayımlamaya başladı. Kuşkusuz, bu çalışmalar, akademik psikologlardan pek çoğunun tepkisine ve eleştirilerine maruz kalmakta gecikmeyecekti. Rhine ve çalışma arkadaşları bu eleştirilere yeni deney, makale, kitaplarla yanıt verdiler ki, yanıtlarını esas olarak “Altmış Yıldan Sonra Duyular-dışı Algılama” (Extra-Sensory Perception After Sixty Years) adlı kitaplarında ortaya koydular. Parapsikoloji tarihinde adından en çok söz edilen kişi parapsikolojinin babası olarak bilinen Prof. J. B. Rhine olmuştur. Rhine’ın iki önemli adımından biri 1932 yılında Duke Üniversitesi Psikoloji Fakültesi’nde Parapsikoloji Laboratuvarı'nı resmen kurması, diğeri de bu laboratuvarda yapmış olduğu iddialı, bilimsel çalışmalarıdır. Kurulan bu laboratuvar sembolik olarak büyük bir önem taşıyordu; parapsikoloji, bu laboratuvarla ilk kez akademik bir saygınlık kazanmıştı. Kimilerine göre, Rhine’ın Parapsikoloji Laboratuvarı’ndaki çalışmalarıyla parapsikoloji bilimsel temellere oturmuştur. Kuruluşundan bugüne kadar ruhsal yeteneklerin farklı tiplerinin ölçümüyle ilgili yöntemler bu laboratuvarda geliştirilmiştir. Örneğin duyular-dışı algılama testlerinde kullanılan Zener kartları bu laboratuvarda Karl E. Zener tarafından bulunmuştur. Laboratuvarda istatistiksel yöntemler de sık olarak kullanılmıştır. Fakat Duke Üniversitesi’nin yönetimindekiler, zamanla parapsikolojiye sempatilerini azaltmak zorunda kaldılar ve Rhine’ın 1965’te emekli olmasından sonra parapsikolojiyle bağlarını kopardılar. Rhine da daha sonra İnsan Doğasını Araştırma Vakfı’nı ve Duke Üniversitesi’ndeki laboratuvar çalışmalarının devamı için, bir Parapsikoloji Enstitüsü (the Institute for Parapsychology) kurdu. [23]Rhine’ın doğumunun yüzüncü yılı olan 1995’te sözkonusu vakıf adını “the Rhine Research Center” olarak değiştirdi. Psikokinezinin ünlü isimlerinden Uri Geller Psikolojinin giderek mekanik ve davranışçı anlayışa yönelmesiyle parapsikolojiye karşı azalan akademik ilgi, farklı psişik yeteneklere sahip üç medyum ya da psişik üzerinde yapılan deneyler sayesinde 1950’lerin sonunda yeniden artmaya başlamıştı. Bu üç ünlü psişik, düşünce fotoğrafçılığı alanında ün yapmış Ted Serios, kaşıkları eğip bükmesiyle psikokinezi alanında ün yapmış Uri Geller ve gezici durugörü yeteneğiyle ün yapmış Ingo Swann’dır. Parapsikoloji Kurumu 19 Haziran 1957’de Durham’da (Kuzey Caroline) kuruldu. Oluşumu Duke Üniversitesi’nin parapsikoloji laboratuvarındaki çalışmalar sırasında Rhine tarafından önerilmişti. Rhine’ın önerisinde, parapsikoloji alanında uluslararası profesyonel bir kurumun çekirdeği olacak bir grubun oluşturulması fikri yatıyordu. Bu organizasyonun amacı, tüzüğünde belirtildiği gibi, “parapsikolojiyi bir bilim dalı olacak şekilde ilerletmek, bu alandaki bilgileri yaymak ve bu bilim dalında elde edilen sonuçları, diğer bilim dallarında elde edilen sonuçlarla bütünleştirmek” idi.[24] Antropolog Margaret Mead bakanlığındaki Parapsikoloji Kurumu, 1969’da dünyadaki en büyük genel bilimsel kurum olan Bilimin Gelişmesi Amerikan Kurumu’na (American Association for the Advancement of Science) bağlanmasıyla parapsikolojiyi ilerletmesinde büyük bir gelişme kaydetmiş bulunuyordu. [25] 1957'de Rhine tarafından kurulan Parapsikoloji Kurumu'nun, 1969 Aralık ayında Amerikan Bilim Geliştirme Kurulu'nda (AAAS) kabul edilmesi parapsikolojinin saygınlığını kazanmasında önemli bir adım olarak kabul edilir. Kimilerince bu, parapsikolojinin bilimsel saygınlığının resmi biçimde onaylanması sayılabilirdi. Bu olay, özellikle ABD üniversitelerinde psi araştırmalarının artmasına neden olacaktı. Günümüzde Parapsikoloji Kurumu, üyeleri psi fenomenini inceleyen bilim adamları ve akademisyenlerden oluşan, yaklaşık 300 üye kuruma sahip büyük bir kuruluş olup, Bilimin Gelişmesi Amerikan Kurumu’na bağlılığını sürdürmektedir. [26] Bilimin Gelişmesi Amerikan Kurumu’nun yıllık kongresi parapsikologlara, araştırmalarını diğer bilim dallarındaki bilim adamlarına sunabilecekleri ve ulusal bilim politikası güden Bilimin Gelişmesi Amerikan Kurumu’na politikasına uygun olmak şartıyla parapsikolojiyi ilerletebilecekleri bir forum olanağı sağlamaktadır. [27] İlginçtir ki, Rhine’ın ardından yani 1960’lı yıllarda tüm Avrupa ve Amerika’da parapsikoloji alanında durgunluk dönemi yaşanmasına karşın, bu dönemde Sovyetler Birliği’nde ve ona bağlı sosyalist ülkelerde bu dalda büyük bir ilerleme görülmüştür. Örneğin 1968 yılında yapılan uluslararası parapsikoloji kongresinde Batılılar hala istatistik ve olasılık hesaplamalarını tartışırlarken, Sovyet delegeleri bütün duyular-dışı algılama fenomenlerinin kanıtlanmış olduğundan bahsediyorlardı. Onlar Batılı meslektaşlarıyla aynı yöntemleri kullanmamışlardı. Parapsikolojik araştırmaların istatistik ve olasılık hesaplamalarıyla kanıtlanamayacağını, çünkü bu tür olaylarda tekrarlanabilirliğin her zaman mümkün olmadığını biliyorlardı. Bu mantık ve yöntemlerle hareket eden Çekoslovakya, Romanya, Bulgaristan, Çin, Moğolistan gibi ülkelerde de parapsikoloji çalışmaları devlet desteğinde sürdürülmüş ve pek çok olumlu sonuç elde edilmiştir. [28] Stanford Araştırma Enstitüsü'nün Menlo Park Kampüsü'nün havadan görünüşü Doğu Bloğu ülkelerinde parapsikolojik araştırmaların yoğun olarak sürdürüldüğünün öğrenilmesi, Parapsikoloji Kurumu’nun Bilimin Gelişmesi Amerikan Kurumu’na bağlanması ve 1970’li yıllarda psişik ve okült fenomenlerin kabul edilebilir konuma gelişi parapsikolojik araştırmaların bu on yıl boyunca gitgide genişlemesini sağladı. Bu dönemde A.B.D.’nde pek çok saygın organizasyonlar oluşturuldu, önemli kurumlar kuruldu. Bunlar arasında, Parapsikoloji ve Tıp Akademisi (1970), Bilim-ötesi (Parascience) Enstitüsü (1971), Din ve Psişik Araştırma Akademisi, Zihinsel Etkinlik Bilimleri Enstitüsü (1973), Kirlian Araştırma Ulusal Kurumu (1975), Princeton Mühendislik Normal-dışı Araştırma Laboratuarı (1979) sayılabilir. Bu dönemde Stanford Üniversitesi de,1946'da kurmuş olduğu Stanford Araştırma Enstitüsü yoluyla parapsikolojik çalışmalarına yeniden yoğunluk verdi.[29] Parapsikoloji’nin gözlem ve bakış açısı bu yıllarda bir hayli gelişti. 1970'li yıllarda psikiyatr Ian Stevenson araştırmalarını reenkarnasyon konusunda yoğunlaştırdı. Psikolog Thelma Moss kendisini UCLA’nın parapsikoloji laboratuvarında Kirlian fotoğrafçılığı çalışmalarına adadı. Bu dönemde Asya’dan Amerika’ya mistik öğretmenlerin akını ve onların meditasyon yoluyla ortaya koydukları yetenekler araştırmacıları “değişik şuur halleri”ni araştırmaya yöneltti. Fizikçi Russell Targ 1974’te Stanford Araştırma Enstitüsü’ndeki bazı çalışmalarında gözlemlediği bir psişik yeteneği adlandırmak üzere “gezici (coğrafi) durugörü” terimini ortaya attı. [30][31] Bu dönemde parapsikoloji dışındaki akademisyenlerde de bu tür araştırmalara karşı genel bir iyimserliğin hakim olduğu görülmekteydi. 1979’da 1100 profesör üzerinde yapılan bir araştırma bunu gözler önüne sermekteydi. Örneğin bu araştırmada psikologlardan yalnızca % 2’si duyular-dışı algılamanın olanaksız olduğunu ifade ediyordu. Bu profesörlerin % 34’ü ESP’ye inandıklarını, bunun saptanmış bir gerçek ya da muhtemel bir olasılık olduğunu belirtiyorlardı. Doğa bilimleri bilim adamlarının % 55’i, sosyal bilimlerdeki bilim adamlarının % 66’sı, sanat ve eğitimdeki akademisyenlerin de %77’si ESP araştırmalarını zahmete değer bulmaktaydılar. [32] Paranormal araştırmadaki bu yükseliş 1970’li ve 1980’li yıllarda devam etti. 1980’li yılların sonlarına doğru Parapsikoloji Kurumu, kendisine üye kurumların 30 ülkede faaliyet gösterdiğini açıklıyordu ki, bu sayıya Doğu Bloğu ülkelerindeki kurumlar dahil değildi. [33] Elektroansefolagram aygıtının icadı, beyin dalgalarının ölçülmesini sağlamıştır. Yapılan ölçümlerde, hafif hipnoz,trans ve meditasyon hallerinde beynin alfa dalgaları yayınladığı saptanmıştır. Beyin dalgalarından alfa ritminin ESP ile ve özellikle telepati fenomeniyle yakından ilgili olduğu saptanmıştır. Bütün bunlara rağmen, nedense çağdaş parapsikolojik araştırma A.B.D.’nde günümüze doğru, gitgide küçülme göstermiştir. Bunun nedenlerinden biri önceki araştırmaların sonuçlarının inandırıcı bulunmaması ve özellikle, parapsikologların diğer bilim dallarındaki akademik meslektaşlarından gelen güçlü muhalefetle karşı karşıya kalmaları olabilir. [34] Nedeni her neyse A.B.D.’nde parapsikoloji alanında araştırma yapan laboratuvarlardan birçoğu kapatıldı. Görünürdeki neden, parapsikolojinin A.B.D.’nde "geleneksel bilim" tarafından tam manasıyla bir bilim olarak kabul edilmeyişiydi. A.B.D.’nde giderek kapatılan bu akademik laboratuvarların yerini özel kaynaklarca kurulan özel kurumlar aldı ve böylece A.B.D.’nde parapsikoloji özel kurumlar içine hapsolmuş oldu.[35] 28 yıllık araştırma faaliyetinden sonra Princeton Üniversitesi’nin normal-dışı araştırma laboratuvarı da geçen yıl (2007) tasfiye edildi. [36] A.B.D.’nde halen iki üniversite, akademik parapsikoloji laboratuvarını faaliyet halinde tutmaktadır: * Virginia Üniversitesi, Psikiyatrik Tıp Bölümü, Algı Etüdleri Dalı/Kürsüsü: Bedensel ölümden sonra şuurlu yaşam olasılığı üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. * Arizona Üniversitesi, Veritas Laboratuvarı: Medyumları laboratuvar koşulları içinde incelemektedir. Günümüzde parapsikolojik çalışmaların akademik olarak sürdürüldüğü Avrupa ülkeleri arasında başı çeken ülkelerden biri İngiltere’dir. Parapsikolojik araştırmalar, günümüzde psikolojinin alt dalları olarak da yaygınlaşmıştır. İnsan zihninin aşkın ya da spiritüel yanını etüd eden "transpersonal psikoloji" ve sübjektif normal-dışı deneyimleri geleneksel psikolojik terimleri kullanarak inceleyen "anomalistic psikoloji" buna örnek olarak gösterilebilir.[37][38] Edinburgh Üniversitesi Avrupa'da parapsikoloji dalının bulunduğu bazı üniversiteler şunlardır: Bir psikokinezi seansında bükülmüş kaşık Daniel Dunglas Home’un levitasyonunun tasviri, Les Mystères de la science 1887 Reenkarnasyonu tasvir eden bir sanat eseri Günümüzde, parapsikolojik incelemelerde psişik yetenekler ve deneyimler, biçimleri bakımdan iki grupta ele alınırlar: * Zihinsel deneyimler: Parapsikoloji araştırmalarında zihinsel ya da öznel ortaya çıkan fenomenleri kapsar. Burada süjenin, yani deneğin dış dünyadan aracısız bilgi alması olayı sözkonusudur. Bu fenomenler parapsikolojide duyular-dışı algılama başlığı altında incelenir. Durugörü (uzaktan görme), telepati (düşünce nakli, uzaduyum), prekognisyon (önceden bilme), psikometri (ruhsal ölçüm), şifacılık, beden-dışı deneyimler (astral seyahat) ve benzeri fenomenler bu gruba girer. * Fiziksel etkiler: Deneğin, çevresindeki eşyalar üzerinde bedenini kullanmaksın fiziksel etkiler oluşturması fenomenlerini kapsar. Bu tür fenomenler telekinezi ya da psikokinezi (P.K.) başlığı altında incelenmektedir. P.K. etkisine, ruhsal gücün madde üzerindeki fiziksel etkisi de denebilir. Parapsikoloji’nin içerdiği ve ilgilendiği konu, alan ve fenomenlerden bazıları şöyle açıklanır: * Backster etkisi: Bitkisel algılama ya da bitkilerdeki psişik algılama. * Beden-dışı deneyim: Kişinin uyku gibi ruh ve beden bağlarının gevşediği hallerde esîrî beden ya da astral beden (spiritüalizm’de duble) denilen süptil maddelerden oluşan bedeniyle fiziksel bedeni dışında, bilinci yerinde olarak, başka mekanlarda dolaşmak üzere yolculuk yapması. * Değişik şuur halleri: İnsanın uyanıkken bulunduğu olağan şuur halinden farklı şuur halleri. * Durugörü: Canlı ve cansız nesnelerin ve olayların beş duyunun yardımı olmadan (paranormal olarak) algılanması. Bu alanda en tanınmış isim Ingo Swann'dır. * Düşünce fotoğrafçılığı: Bir fotoğraf cihazı kullanarak veya kullanmadan, insanın düşünce ve imajlarının hassas bir fotoğraf filmi üzerine kaydedilmesini konu alan paranormal fotoğrafçılık. Bu alanda en tanınmış isim Ted Serios'tur. * Ekminezi: Hipnoz veya "psikolojik ayrışma" içindeki süjede (denekte) içinde bulunduğu yaşamdaki veya geçmiş yaşamlarındaki (reenkarnasyonlarındaki) izlenimlerin tekrar canlanması ve bunu sağlayan yöntem. * Empati: Birbirlerine manevi bakımdan sıkıca bağlı iki canlı arasında, duygu ve ruhsal hallerin aktarılması fenomeni. * Felaket belirtisi: Kişide ölüm, kaza veya aniden rahatsızlanma gibi hoş olmayan olaylardan birkaç saat kadar kısa bir süre önce oluşan normal-dışı ön belirtiler. * Levitasyon: İnsan ya da hayvan vücudunun veya özgül ağırlık olarak havadan daha ağır nesnelerin görünür herhangi bir fiziksel etkenin yardımı olmadan havaya kaldırılması, havada asılı kalması veya havada gezinmesi. Batı’da levitasyon fenomeni konusunda en tanınmış isim Daniel Dunglas Home’dur. (Yogi Pullavar’ın 1936 yılında Hindistan’daki levitasyon gösterisi) * Ölüm döşeği vizyonları: İnsanın ölüm sırasındaki paranormal algıları. * Ölüm-ötesi deneyimi: Bedensel işlevleri bakımından tıbben ölü sayılmış, fakat bir süre sonra reanimasyon (yeniden canlandırma) yöntemleriyle veya kendiliğinden yeniden yaşama kavuşmuş kimselerin bu ölüm ve yeniden yaşama dönüş arasındaki sürede geçirdikleri deneyim. * Prekognisyon: Meydana gelecek olayların önceden paranormal olarak algılanması fenomeni. * Psikokinezi (Telekinezi): Kişinin maddeler üzerinde düşünce gücüyle etki yapması. Bu alanda en tanınmış isimler Uri Geller ve Nina Kulagina'dır. * Reenkarnasyon: Ruhun sürekli olarak tekrar bedenlenmesi. * Rüyalarda ESP * Tekinsizyer: Fantomların görülmesi, eşyaların kendiliğinden hareket etmesi, mahiyeti anlaşılamayan birtakım seslerin duyulması gibi olayların sıkça gözlemlendiği yerler. * Telepati: Düşünceler arasında doğrudan doğruya bağlantı kurulması, iki zihin veya ruh arasında imaj, fikir, sembol tarzında ortaya çıkan tesir alış verişi.[44] * Arkeoloji alanında Belirli bir sayıda da olsa psi deneklerinin yardımıyla gerçekleştirilen arkeolojik keşifler olmuştur ve psi deneklerinin yardımıyla sürdürülen arkeoloji çalışmaları vardır. [45] Bu konuda özellikle, 4445 denek tarafından verilen enformasyonlardaki çakışmalardan yola çıkarak kazı yerlerini belirlemek amacını güden Stephan Schwartz’ın çalışmalarını belirtmek gerekir. [46] Bununla birlikte, psi denekleri tarafından sunulan, keşif yapma olanağı sağlayan enformasyonların kesinlik ölçüsünü saptamanın güçlüğüne de dikkat çekmek gerekir. * İstihbarat alanında Bu konuda en tanınmış çalışmalar CIA’nin himayesinde gerçekleştirilmiş olanlardır ki bunların son kod adı “Stargate”dir. [47] Yaklaşık 20 yıl boyunca CIA tarafından çok gizli bir program uygulamaya kondu. Bu programda seçilmiş ve hazırlanmış bir grup deneğin istihbarat alanında kullanımı sözkonusuydu. Bu ekipte en yetenekli denek olarak kabul edilen Joe McMoneagle çalışmasından dolayı liyakat nişanı aldı. [48] * Kayıp kişilerin aranması alanında Yine psi deneklerinin verdikleri enformasyonlar sayesinde bulunan kayıp kişiler olmuştur. [49] Bu bakımdan A.B.D. gibi kimi ülkelerde polisin kayıp kişileri bulmada çaresiz kaldığında zaman zaman medyumlara başvurduğu ileri sürülür. Parapsikologlar, paranormal fenomen etüdünde fenomene çeşitli yöntemlerle yaklaşımda bulunurlar. Bu yöntemler, geleneksel psikolojide kullanılan niteliksel yaklaşımların yanısıra, niceliğe dayalı deneysel ve gözlemsel metodolojileri de içerir. Parapsikologların çoğu, etütlerinde, psinin istatistiki kanıtını sınarken "meta-analiz" yöntemini kullanırlar.[50] Üzerinde telepati deneyi yapılacak olan, Ganzfeld uyarımına sokulmuş bir denek. Ganzfeld uyarımı (ganzfeld stimulation) parapsikoloji laboratuvarlarındaki deneylerde denekte duyular-dışı algılamayı harekete geçirmek üzere “duyumsal yoksunluk” sağlanması (duyumsal uyaranların minimum düzeye indirildiği bir ortam sağlanması) olayına verilen addır. Önceleri vizüel süreç testlerinde kullanılan terim, 1973 yılından itibaren psi testlerindeki uygulamalar için kullanılmaya başlanmıştır. Bu uyarım sayesinde, beş duyusunu kullanamayan deneğe paranormal algılamalar için bir çeşit fırsat ortamı yaratılmakta, denek, zorunlu olarak duyular-dışı algılama alanına itilmektedir. Fakat beklenen paranormal algılamalardan hangisinin oluşacağı bilinmez; yani denekte bir telepati fenomeni de oluşabilir, durugörü de, prekognisyon da. Parapsikologlar ganzfeld uyarımını sağlamak üzere, “yüzme kabini” veya “izolasyon kabini” denilen, ısısı beden ısısına ayarlı, tuzlu suyla dolu, gürültü ve diğer uyaranlardan yalıtılmış çeşitli kabinler hazırlamışlardır. [51] Ganzfeld uyarımı bir telepati denemesi için yapıldığı takdirde sözkonusu “duyumsal yalıtılma” hem “alıcı” denek, hem de “verici” denek üzerinde uygulanır. Yaklaşık 20 ile 40 dakika arasında süren "telepatik gönderme" süresi sonunda “alıcı” “duyumsal yalıtılma”dan çıkarılır. Kendisine, örneğin dört imaj (ya da video) gösterilerek, hangisinin gerçek “hedef” olduğu, yani boş tuttuğu zihnine “verici”den hangi imajın geldiği sorulur. Sonuçlar, doğru seçimin şans olasılıklarına oranla çok daha fazla oranda olduğunu ortaya koymaktadır. [52] Bu meta-analiz sonuçları anlamlı olmakla birlikte, tartışmaya açık olduğundan akademik psikoloji dergilerinde tartışılmaktadır. Bununla birlikte, bazı deneylerde alıcıların “telepatik gönderme” sonrası kendilerine sözkonusu test imajları gösterilmemesine rağmen, kimi zaman doğru yanıtı verdiklerine rastlanmıştır. Gezici durugörü deneyleri kişinin beş duyusuyla algılayamayacağı uzaklıktaki ya da kapalı bir ortamdaki olay, nesne, yer ve canlıları algılayabilmesi paranormal yeteneğini sınar. Laboratuvarda yapılan gezici durugörü deney türlerinden birinde, örneğin bir havuzun yüzlerce fotoğrafı çekilir, sonra bu fotoğraflardan biri denek için “hedef” olmak üzere rasgele seçilir ve denekten uzak bir yere konur. Gezici durugörü deneycisinden görmediği bu fotoğrafın bir kağıda taslağını çizmesi ya da bu fotoğrafı bir şekilde betimlemesi istenir. Bu süreç belli bir sayıdaki "hedef fotoğraf"larla tekrarlanır. Bu yöntemin yeni, farklı ve gelişmiş usülleri sayesinde, bu tür deneylerin sonuçları daha isabetli ve verimli hale gelmiş bulunmaktadır. Bu tür deneyler A.B.D.’nin devlet kontrolu ve sözleşmesi altında, Princeton Üniversitesi’nin normal-dışı araştırma laboratuvarı, Stanford Araştırma Enstitüsü ve Bilim Uygulamaları Uluslararası Kurumu’ndaki bilim adamları tarafından 25 yıl boyunca sürdürülmüştür. Biriken veriler hava-uzay bilimi profesörü Robert G. Jahn ve psikolog Brenda Dunne tarafından incelenmiş ve bu deneylerde yer ve olayların beklenilen şans olasılığının çok daha üzerinde bir oranla algılandığı belirtilmiştir.[53] Gezici durugörü medyumları içinde en ünlüsü olan A.B.D.’nden Ingo Swann’ın bu psişik yeteneğini kullanabilmesi için, yerkürenin herhangi bir yerinin enlem ve boylam koordinatlarının kendisine verilmesinin yeterli olduğu ileri sürülür. Ayrıca, A.B.D.’nin soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne karşı Swann’ın bu paranormal yeteneğinden yararlanmış olduğu ileri sürülür.[54] Güçlü ve ucuz elektronik ve bilgisayar teknolojilerine kavuşulması zihin ile madde arasındaki mümkün etkileşimler konusundaki tam otomatik deneylerin gelişimini sağlamış bulunmaktadır. Bu tür laboratuvar deneyleri içinde A.B.D.’nde en sık uygulananı, bir RNG (random number generator) yöntemidir. Yöntemin temelinde deneğin zihin yoluyla rasgele sayıların dağılımını değiştirmeye çalışması sözkonusudur. Bu yönteme dayalı tekniklerle kişilerdeki psikokinezi kabiliyeti test edilebildiği gibi, bir topluluğun RNG’ler üzerindeki etkisi de test edilebilmektedir. [55]RNG veritabanlı temel meta-analizler A.B.D.’nde, Foundations of Physics gazetesinin 1986’da yayın hayatına başlamasından beri, birkaç yılda bir bu gazetede yayımlanmaktadır. [56] “Zihnin canlı sistemler ile doğrudan etkileşimleri” (DMILS) ya da diğer deyişle bio-PK, bir kimsenin tesir yoluyla kendisinden uzaktaki bir kimsenin psikofizyolojik durumu üzerinde değişiklikler yapabilmesi anlamında kullanılmaktadır. Bu tür laboratuar deneylerinden birinde “etkileyecek olan” ile “etkilenecek olan” birbirinden belli bir mesafedeki, farklı yerlerde yalıtılırlar. Etkileyecek olan bakışlarını diğeri üzerinde sabitleştirir, onu etkilemek üzere niyetlerine konsantre olur. Örneğin “etkileyecek olan” diğerinden düzenli olarak –sessizce, zihnen- bir şeye bakmasını ister. Ölüm-ötesi deneyimi, bedensel işlevleri bakımından tıbben ölü sayılmış, fakat bir süre sonra reanimasyon (yeniden canlandırma) yöntemleriyle veya kendiliğinden yeniden yaşama kavuşmuş kimselerin bu ölüm ve yeniden yaşama dönüş arasındaki sürede geçirdikleri deneyime verilen addır. Terim A.B.D.’nden araştırmacı hekim Dr.Raymond Moody tarafından ortaya atılmıştır. Özellikle psikiyatrlar tarafından sürdürülen ölüm-ötesi deneyimi araştırmaları Elisabeth Kübler-Ross, Karlis Osis, George Ritchie ve Raymond Jr tarafından başlatılmıştır denilebilir. Bunlardan Moody 1998’de Las Vegas’daki Nevada Üniversitesi’nde “bilinç çalışmaları”na başkan olarak atanmış biridir. Bu araştırma alanındaki ilk kurum, öncü araştırmacıların ve deneyimcilerin gereksinimlerini karşılamak üzere 1978’de kurulan "Ölüm-ötesi deneyimi Etütleri Uluslarası Kurumu"dur (IANDS). Bu alanda sonradan isim yapmış diğer araştırmacılardan psikiyatr Bruce Greyson, psikolog Kenneth Ring ve kardiyolog Michael Sabom ölüm-ötesi deneyimi araştırmalarını akademik ortama taşımışlardır.[57] Ölüm-ötesi deneyimi spiritüalistler ve az sayıdaki parapsikologlarca ölümden sonra yaşamın varlığına ilişkin kanıtlardan biri sayılmaktadır. Dr. Raymond Moody ve Dr. Elisabeth Kubler-Ross bu deneyimi geçiren kimselerin anlattıklarının hastanelerde kaydedilen raporları üzerinde çalışmış ve binlerce vakanın titizlikle incelenmesinden sonra şu sonuçlara varmışlardır: * Reanimasyonla yaşama döndürülenlerin anlattıklarında büyük ölçüde ortak noktalar bulunmaktadır. * Öldü teşhisi konulan kimseler, bedenlerinin ölü sayıldıkları sürede, bilinçlerini yitirmemişler, gözleri kapalı oldukları ve yerlerinden kalkmadıkları halde, çevrede olup bitenleri görebilmişler, bilebilmişlerdirler. (Doktorun hemşireyle neler konuştuğu, hemşirenin neyi almak üzere, ne zaman, nereye gittiği vs. Dolayısıyla, burada, beş duyunun dışındaki bir algılama sözkonusudur.) * Ölü sayıldıkları sürede yalnızca ameliyat odasında olup bitenleri değil, oda dışındaki, oda duvarlarının ardında cereyan eden olayları bile görmüşler, yaşama döndüklerinde gördüklerini ayrıntılarıyla anlatmışlar, anlattıkları doktorları tarafından tümüyle doğrulanmıştır.[58][59] Parapsikolog terimi ilk duyulduğunda genellikle psikoloji diplomasına sahip bir araştırmacı anlaşılır, oysa bu alanda uzmanlaşmaya gelen bilim adamları kökenleri itibariyle çok farklı alanlardan (fizikçiler, hekimler, biyologlar) olabilirler. İngiltere gibi bazı ülkelerde parapsikoloji üzerinde uzmanlaşmış kimselere devlet diploması verilmektedir. Günümüzde parapsikologların çoğu Amerikan Bilim Geliştirme Kurulu’nun (AAAS) üyesi olan, Parapsikoloji Kurumu[60] adlı bilimsel kuruma üye olmaktadır. Bu kurumun tam üyesi olabilmek için gerekli koşullar şunlardır: Doktora yapmış olmak, parapsikoloji hakkında bilimsel bir gazete veya günlükte Kurum’un üyeleri tarafından kabul edilebilecek kaliteli bir makale yazmış olmak ve Kurum’un iki üyesi tarafından üye seçilmiş olmak. [61] Bu kriterler Amerikan Psikoloji Kurumu’nun kriterleriyle hemen hemen aynıdır. Bu noktadan hareketle parapsikoloji araştırmacısının diğer bilimsel etkinlik alanlarındaki araştırmacılardan hiçbir farkı yoktur. [62] Parapsikolojiye muhalif kuşkuculardan Ray Hyman bile bu konuda şöyle der: “Deneysel parapsikologların çoğu üniversite diplomalıdır. (…) Onlar bu alanda da kendi alanlarında edinmiş oldukları, bilimsel sorgulamanın deneysel denetimlerini ve istatistik tekniklerini kullanabilecek formasyona sahiptirler.” [63] Yaklaşık 100 kadar “tam üye”ye sahip Parapsikoloji Kurumu’nun üye sayısı birkaç yıldan beri istikrar göstermektedir. [64] Kurumun çeşitli üye kategorileri de hesaba katılırsa, Parapsikoloji Kurumu’nun bünyesinde yer alan yaklaşık 200 araştırmacının dünyanın çeşitli ülkelerinde parapsikoloji alanında çalışmalarını sürdürdüğü söylenebilir ki, bunların yaklaşık dörtte biri araştırmalarını tümüyle resmi yapılarda sürdürmektedir. Parapsikolojiyi eleştirenler iddialarına şu sözle başlarlar: “Olağanüstü iddialar olağanüstü kanıtlar gerektirir.” Parapsikolojik fenomenin gerçekliği ve parapsikolojik araştırmaların bilimsellik değeri akademik çevrelerde günümüze dek tartışılagelmiştir. Eleştirilerden biri, parapsikolojinin açıkça tanımlanmış bir konu maddesi olmaması, talep üzerine psi etkisini gösterecek kolayca tekrar ettirilebilen bir deneyinin olmaması ve henüz paranormal enformasyon aktarımını açıklayan bir teorisinin olmamasıdır. [65] York Üniversitesi psikoloji profesörü James E. Alcock’a göre bu nedenlerden, fizik, biyoloji gibi daha geleneksel bilimlerin disiplinler arası araştırma alanına parapsikolojinin deney sonuçlarının ancak az bir kısmı dahil olabilir. [66] Aslında parapsikolojide enformasyon aktarımını açıklayan birkaç teori ortaya atılmışsa da, kuşkucular bu teorileri çağdaş fizik teorileri ile uyuşmamasından dolayı kabul edilemez bulmuşlardır. Buna karşılık, parapsikolojide psi etkilerini elde etme olanağı sağlayan parametrelerin neler olduklarını saptama imkanı sağlayan “kavrama modelleri”nin mevcut olduğunun ve pragmatik enformasyon modeli olarak betimleyici varsayım taslaklarının bulunduğunun da unutulmaması gerekir (Lucadou, 1987).[67] Öte yandan bazı parapsikologlar da parapsikolojik konuların, fizik, matematik ya da biyolojinin konularından bir hayli farklı (ruhsal) olduğuna dikkat çekerek, bazı kıstasların tüm bilim dallarına uygulanamayacağına, bilimselliğin ölçüsünün teorik düzeyden ve tekrarlanabilirlikten ziyade bilimsel yöntemin uygulanması, deneysellik, çalışma biçimi v.s. olması gerektiğine dikkat çekmektedirler. Kuşkucuların teorik düzeydeki eleştirilerinden biri de vücuttaki D.D.A. organının ve paranormal enformasyon kaynağının parapsikologlarca keşfedilememiş olmasıdır. Buna yanıt olarak da parapsikologlar psi etkilerinin fiziksel fenomenlerdeki modaliteler gibi işlemediğini, dolayısıyla vücuttaki bir alıcı organdan veya enformasyon kaynağından söz edilemeyeceğini belirtmektedirler.[68] Édouard Isidore Buguet’in hileli olduğu sanılan telekinezi gösterisinin fotoğrafı (1875) 19.yy.’da bunun gibi sahte hayalet fotoğrafları oluşturmak çok popülerdi. Spiritüalizm alanında sıkça rastlandığı gibi bu alanda da sık sık, hileye başvuran şarlatanların olduğu saptanmıştır. Ancak herhangi bir alanda hile yapan birkaç kişiye rastlanması o alandaki bütün çalışmaların hilekarlıktan ibaret olduğunu elbette göstermez. Hile konusundaki ilk açıklamalardan biri 19.yy.’da bazı medyumları sahtekarlıkla suçlayan ünlü illüzyonist Harry Houdini’den gelmiştir. Gerçekten "deneysel spiritüalizm"in başlangıç döneminde hilelere başvuran şarlatanların sayısı azımsanamayacak kadar çoktu. Fakat unutulmaması gereken bir nokta, metapsişikçilerin ve parapsikologların bizzat kendilerinin bu şarlatanların hilelerini gün ışığına çıkarmış olmalarıdır[69] ve ayrıca seanslarda olası hilelere karşı önlem almalarıyla deneylerin gitgide daha sağlıklı hale gelmesini sağlamışlardır. Hile denekten gelebileceği gibi deneycinin (deneyi düzenleyenin) kendisi tarafından da oluşturulabilir. Örneğin Rhine’ın bir öğrencisi olan Walter J. Levy, Rhine’ın baskısıyla yaptığı hileyi itiraf etmiş, Rhine da bu tespitini Journal of Parapsychology’da yazmış ve Levy’nin önceki makalelerinin dikkate alınmaması gerektiğini bildirmişti. Buna karşılık, Charles Tart, bazı kuşkucuların da, kimi zaman, parapsikoloji protokollerinde hiçbir kusur ya da dolambaçlı yol bulamamalarına rağmen, yine de deneycinin bir hilesi olduğunu ileri sürdüklerini belirtmektedir. [70]. Aşağıdaki olaylar buna örnek olarak gösterilmektedir : * Rupert Sheldrake ve köpeği Jaytee konusunda James Randi : Randi verileri analiz ettiğini ve hileleri keşfettiğini iddia etmiştir. Fakat Sheldrake’e [71]bakılırsa, Randi verileri asla incelemediğini itiraf etmişti. * Rhine’ın deneyleri ve Pearce-Pratt Seansı konusunda Hansel : Bu deneylerde herhangi bir hile bulamayan Hansel sonunda kendisine bir hile iddiası sağlayabilecek laboratuvar planlarını inceledi. Oysa incelediği planlar binanın o dönemdeki planları değildi. Binanın o dönemdeki asıl planları incelendiğinde Hansel’in eleştirisi tamamen çürütülmüş duruma düşmektedir. [72] Hansel bu bilgi hatasına rağmen iddiasından vazgeçmemiştir. * Rhine’ın deneyleri konusunda Henri Broch : Henri Broch Rhine’ın Zener kartları ile yaptığı deneylerdeki başarının nedeninin kartlarının şekilsiz yüzünün işaretli ya da kusursuz biçimde olmayışına ve deneklerin buradan yola çıkarak doğru yanıtı kolaylıkla bulabildiklerini iddia etmişti. [73] Oysa, Rhine’ın araştırmalarının çoğunda deneklere kartların arka yüzleri de gösterilmezdi. [74] Bazı parapsikologlara göre kuşkucular, parapsikolojik araştırmanın saygınlığını yitirip gözden düşmesi için, özellikle, « sahte hile» haberleri yayımlamaktadır. [75] Son olarak belirtmek gerekir ki, parapsikolojik araştırma alanında, bilimsel her alanda olduğu gibi, kasıtlı olarak hilenin sözkonusu olmadığı, irade-dışı hatalar da sözkonusu olabilmektedir. Örneğin "Rosenthal ya da Pygmalion etkisi"nde deneycinin kanısından kaynaklanan bir hata sözkonusu olmuştur. Bazı analizci eleştirmenler parapsikolojik etüdün bilimsel olduğunu kabul etmekle birlikte, bu etüdün deneysel sonuçlarının tatminkar olmadığını düşünmektedirler. [76][77] Kuşkucu eleştirmenler ise psi araştırmalarında görünüşte başarılı sonuçlar alınmış olmakla birlikte, bu başarıların gerçek psi etkisinden ziyade, titiz olmayan, sağlıksız çalışmaların ya da metodolojik kusurların ürünü olduklarını ileri sürmektedirler. [78][79] Beden-dışı deneyim Kuşkusuz parapsikoloji deneylerden ve laboratuvar çalışmalarından ibaret değildir. Parapsikoloji kökenini, yaygın olarak “paranormal deneyimler” olarak adlandırılan kendiliğinden ortaya çıkan olaylardan almaktadır. Bu tür deneyimler hemen hemen tüm kültürlerin folklorlarında anlatılagelmiştir ve genel olarak rapor edilenler birbirinin çok benzeridir. Chicago Üniversitesi Ulusal Düşünceyi Araştırma Merkezi tarafından yapılan bir araştırma göstermiştir ki, Amerikalıların büyük bir çoğunluğu yaşamlarının herhangi bir döneminde, bir ya da birden fazla psişik deneyim geçirmiştir. Amerika, Avrupa ve Avustralya'daki bazı araştırma ve anketler de, insanların çoğunun başından telepati, prekognisyon veya benzeri bir paranormal fenomenin geçmiş olduğunu ortaya koymaktadır. [80] Parapsikologlara göre, örneğin, uzun süredir görmediğimiz birini tam düşündüğümüz sırada veya onu düşünmemizden kısa bir süre onu görmemiz yahut ondan bize bir telefon ya da posta gelmesi telepatik irtibatın deney-dışı (doğal) örneklerinden biridir. Aynı şekilde, parapsikologlara göre, karşımızdaki kişi daha lafa başlamadan ne söyleyeceğini bilmemiz de her zaman tahmin gücümüzden kaynaklanmamaktadır. Psişik olayların en yaygın tiplerinden biri de “Duyular-dışı algılama rüyaları” olarak adlandırılan düşlrrdir ki, bu tür rüyalarda kişi aslında, o anda bulunduğu yerden uzakta meydana gelen bir olayı algılamaktadır. Kişinin rüyasında gördüğü olay hakkında uykuya dalmadan önce hiçbir bilgisi ve düşüncesi yoktur; fakat rüyasını anlattıktan sonra yapılan incelemede doğruluğu ortaya çıkmaktadır. Sık rastlanan bir psişik rüya da telepatik rüyalardır, telepatik rüyalar ilk kez Maimonides ESP-rüya laboratuvarında keşfedilmiştir. [81] * Bu sayfa son olarak 13:22, 14 Ağustos 2008 tarihinde güncellenmiştir. * Metin GNU Özgür Belgeleme Lisansı kapsamındadır. (Telif hakkı detayları) İslam Vikipedi, özgür ansiklopedi İslam, İslamiyet[1], İslamlık[2] ya da Müslümanlık[3], (Arapça: الإِسْلاَم / el- islām), tek tanrılı İbrahimi bir din,[4] dünyanın en yaygın ikinci dini.[5] İslam, peygamberi Muhammed aracılığıyla 7. yüzyılda yayılmaya başlamıştır. Kutsal kitabı Kur'an'ı oluşturan surelerin Cebrail adındaki Melek aracılığıyla sözlü olarak peygambere vahyolunduğuna (indirildiğine) inanılır. En büyük iki mezhebi, siyasi sıklıkla mezhep olarak tanımlanan, Sünnilik ve Şiilik'dir. Bunların dışında hukuk, itikat gibi çeşitli kategorilerde birçok mezhebi içinde barındırır. İslam dininin temelinde, tüm büyük mezheplerinin kabul ettiği, tevhit prensibi yatar ki bu kavram Allah'ın birliğine ve tekliğine inanmak anlamına gelir. Muhammed, İslam dinini yaymasının yanı sıra bir İslam Devleti de kurmuş, daha sonra bu İslam Devleti farklı hanedanlarca uzun süreler boyunca yönetilmiştir. Bu devletlerin yöneticileri halife unvanını taşımışlardır. Farklı bölgelerdeki halklar İslam'ı benimsemeye başlayınca, farklı ve yeni Müslüman devletler de oluşmuştur. İslam sözcüğü Arapça "se-le-me" kökünden türemiştir ve anlamı "barış"tır.[5][6] Bununla birlikte kökün aktif ortaç formu eslemedir ve "teslimiyet" anlamına gelir. Sonuçta İslam, "teslimiyet"[5] anlamına gelirken, Müslüman da "teslim olmuş" anlamına gelir; burada teslim olunan tek tanrı olduğu kabul edilen Allah'tır[7][6][8][9]. İslam dinine mensup kişileri adlandırmakta kullanılan Müslüman kelimesi ise sözlükte "bağlanan", "teslim olan", Mümin ise "şüphesiz inanan" anlamlarına gelir.[10] İslam dinine göre Allah insanları İslam inancına çağırmak için birçok peygamber göndermiştir. Bunlardan bazıları ismen Kur'an'da zikredilir. Nitekim bu peygamberlerin birçoğu Hristiyanlık ve Musevilik'te de peygamber olarak kabul edilen kişilerdir ve onlara dair kıssalar büyük benzerlik gösterir.[11] Hristiyanlık ve Musevilik'ten farklı olarak, Kur'an'a göre Allah insanlığa son bir peygamber göndermiştir ve bu peygamber Muhammed Mustafa'dır. İslam'a göre kaç peygamber olduğu tartışma konusu olmuştur. Kur'an'da sadece 25 tane peygamber ismen anılır. Bununla birlikte, Mü'min suresi'nin 78. ayeti gerek İslam'daki peygamber anlayışı gerekse peygamberlerin sadece Kur'an'da adı geçenler olup olmadığı üzerinedir: "Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana anlattıklarımız da var, anlatmadıklarımız da var. Hiçbir peygamber Allah'ın izni olmadan bir mûcize getiremez. Allah'ın emri gelince de hak yerine getirilir. İşte o zaman bunu batıl sayanlar hüsrana uğrarlar."[12] Çeşitli hadislerde kaç tane peygamber olduğuna dair bazı sayılar verilmiştir ve sonraki dönemlerde birçok kitapta farklı kaynaklara dayanılarak birçok sayı ortaya atılmıştır; bununla birlikte üzerinde anlaşılan ve kesin kabul edilen bir sayı yoktur[11]. Kur'an'da tam olarak kaç tane peygamber gönderildiği açıklanmaz. İslam'da peygamberlik kavramı ikiye ayrılır: Nebiler ve resuller. Buna göre resuller kendileriyle birlikte yeni bir şeriat (dinî hükümler) gönderilen peygamberlerdir, Allah'ın elçileri olarak yorumlanırlar.[13][11] Her resul nebi iken, her nebi resul değildir.[11] Nebilerin beraberlerinde yeni bir şeriat getirmediklerine, kendilerinden önce gelen en son resulün şeriatına uygun hükmettiklerine inanılır. Buna göre son peygamber olarak kabul edilen Muhammed bir resuldür ve beraberinde getirdiği şeriat son ve Müslümanlar için şu an geçerli olan tek şeriattır. Gerek Şia, gerekse Sünnilik'te peygamberlere inanmak önemli bir yer tutar ve inanç esaslarından sayılır.[13] Hat ile yazılmış Arapça "Muhammed" lafzı; İstanbul, 1988. Ana madde: Muhammed bin Abdullah Muhammed bin Abdullah (d. 570 dolayları - ö. 632)[14][15], İslam dinine göre son peygamberdir ve kendisine Allah tarafından Kur'an'ın vahyedildiğine inanılır.[14] Rasul bir peygamber[14] olduğu için birlikte getirdiği şeriat son şeriat sayılır; yani Müslümanlar, Muhammed'in kendi zamanı ve sonrasında onunla birlikte gelen hükümlere uymakla yükümlüdürler. Mekke'de 570 ya da 571 yılında doğmuş, Veda Haccı'ndan sonra rahatsızlanarak Medine'de 632 yılında vefat etmiştir. İslam dininin son peygamberi olan Muhammed'in sözleri (hadisler) ve yaptıkları (sünnetler), Kur'an'daki emirlerinin yanında ikincil bir kaynak olarak kabul edilir ve İslam hukukunun iki temel kaynağından biri sayılır (diğeri Kur'an'dır).[16][17] İslam'a göre Muhammed daha önceki İbrahimi dinlerin peygamberlerinin getirdiği mesajın aynısını getirmektedir[14]; aradaki güncel farklılık diğer İbrahimi dinlerin mensuplarının, kendi peygamberlerinin getirdiği dini tahrif etmelerinden doğmuştur. 13. yüzyıldan kalma Mağribî tarzda yazılmış bir Kur'an sayfası; üzerinde yazılı olan ayetler Maide suresinden. Kur'an'ın ilk suresi olan Fatiha Suresi. Ana madde: Kur'an Kur'an veya Kur'an-ı Kerim, İslam peygamberi Muhammed'e Allah tarafından Cebrail aracılığıyla gönderildiğine inanılan kutsal kitaptır[18][19]. Kur'an'daki her bir bölüme sure adı verilir, her sure de kendi içinde ayetlere bölünür. Kur'an'da toplam 114 sure bulunmaktadır[18]. Kronolojik olarak Kur'an'ın ilk gönderilen ayetinin Alak suresinin birinci ayeti olduğuna inanılır: "Oku O yaratan Rabbinin adıyla!"[20] Kur'an 610 - 632 yılları arasında sözlü olarak tamamlanmıştır. Peygamberin sağlığında yazılı hâle getirilmemiştir. Arapça olan ilk kutsal kitaptır. Kur'ân, ayrıca Kelamullah, Kitabullah, Furkan, Tenzîi, Mushaf, Kitab, Nur ve Umm-ul Kitab isimleriyle de bilinir[19]. İslam'a göre Kur'an'daki emirlere ve yasaklara uymak farz yani şarttır. Ayrıca İslam dininde Kur'an'ın hiçbir zaman tahrif olmayacağı yani değiştirilemeyeceğine inanılır; bunun başlıca sebebi Hicr Suresinde bulunan Kur'an'ın hiçbir zaman tahrif edilmeyeceğini açıklayan ayettir. Bu ayet (Hicr, 9) şöyledir: "Hiç şüphe yok ki, Kur'ân'ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız"[21]. Kur'an İslam hukukunda temel kaynaktır ve Kur'an'da geçen emir ve yasaklar temelinde kararlar alınır[18][19]. İslam'da en son karar mercii, Allah'ın kelamı olduğuna inanıldığı için, her daim Kur'an'dır[18]. Bazı İslam hukuku ekolleri Kur'an'da geçmemekle birlikte Kur'an'da geçen bir başka emir veya yasakla aynı illete (sebebe) dayanan konularda da Kur'an'daki emir veya yasağı temel alarak karar verirler. Allah lafzının Arapça yazıldığı bir hat. Ana madde: Allah İslam'a göre içerisindeki her şeyle birlikte evrenin yaratıcısı Allah'tır. O, doğmamış ve doğurulmamıştır. Varlığı ezelî ve ebedîdir. Her şeye gücü yeter. Allah'a iman, İslamiyet'teki iman esaslarından (imanın şartları) birincisidir. Diğer İbrahimi dinlerin aksine İslam'da Allah'a antropomorfik yakıştırmalar yapmak şiddetle reddedilmiştir ve yasaklanmıştır[22]. Antropomorfik yakıştırmalarda bulunan çeşitli mezhepler ortaya çıksa da bunlar genellikle İslam dışı sayılırlar. Aynı şekilde Allah'ın sureti olduğuna inanılmaz ve hiçbir şekilde Allah'ın somut olarak betimlenmesine izin verilmez. İslam dinindeki tanrının özel adı olarak Allah ismi kullanılırken ve yaygınken, kullanılan başka isimler de vardır. Bu isimlerden 99 tanesi özel bir şekilde ele alınır ve birçoğu Kur'an'da Allah için kullanılan ifadelerden köken alan bu isimlere topluca "Güzel İsimler" anlamına gelen Esma-ül-Hüsna denir[23]; bununla birlikte bu 99 ismin listeleri farklılık gösterebilir - sayı değişmese de sayılan isimler arasında farklılık bulunabilir[23]. İslam dinine göre bütün âlemler ve insan, Allah tarafından yaratılmıştır. Bu yaratılışın mahiyeti konusunda farklı mezhepler farklı görüşler belirtse de, yaratılışın kendisi Kur'an'da geçer. Bu noktadan sonra insanın -ki ilk insanın diğer İbrahimî dinlerdeki gibi Âdem olduğuna inanılır- doğru bir dine inandığı, fakat İblis'in ve kendi nefsinin hataları sonucu zaman zaman bu dinden saptığına inanılır. Hristiyanlıktakinin dengi bir ilk günah kavramı yoktur. İslam'a göre en başından beri insanların inandığı din İslam'dır[6]. Diğer dinler, bu dinin dejenere olmuş formları olan sapmalardır. Buradan hareketle İslam'a göre Muhammed'in getirdiği din, yeni bir din değildir. O, daha önceki peygamberlerin mesajını, aynı dini tekrar açıklamış ve tamamlamıştır[24][25]. Nitekim bu inanç sebebiyle diğer İbrahimi dinlerin peygamber kabul ettiği çoğu şahıs İslam'da da peygamber kabul edilir. Aynı şekilde diğer iki büyük İbrahimi din olan Hristiyanlık ve Museviliğin kutsal metinlerinin, kökenlerinde İslami metinler olarak kabul edilseler de, tahrif edilmiş ve bu sebeple hükümsüz bir durumda olduklarına inanılır. Tarihsel açıdan ise İslam dini Muhammed bin Abdullah önderliğinde Arap yarımadasında 7. yüzyılda başlamıştır.[6] İslamiyet'te Musevilik ve Hristiyanlığın dünya üzerindeki diğer dinlere nazaran özel bir konumu vardır[6]. İslamiyet'te bu dinlerin özünde İslamiyet olduğu, ancak kendilerine indirilen bir ilahî kitap ve gönderilen peygamberden yüz çevirdiklerine, ilahî metinleri yıprattıklarına inanılır. Bununla birlikte Ehl-i Kitab (ya da Kitap Ehli) olarak anılan Museviler ve Hristiyanlarla ilişkiler, diğer dinlere (örneğin politeistik inançlara) göre çok farklıdır. "O, size dinde Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi ve İbrahim, Musa ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi de kanun kıldı. Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin. Bu davet ettiğin iş müşriklere ağır geldi. Allah, ona dilediklerini seçecek ve kendine yüz tutanları (yönelenleri) de ona hidayetle eriştirecektir."[26] Şura Suresi, 13. ayet. "Bu dini İbrahim kendi oğullarına vasiyet ettiği gibi Yakup da vasiyet etti ve: "Oğullarım, Allah sizin için o dini seçti, başka dinlerden sakının, yalnız Müslüman olarak can verin! dedi."[27] Bakara Suresi, 132. ayet. "Doğrusu Allah katında din, İslam'dır. O kitap verilenlerin ayrılığa düşmesi ise sırf kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki ihtirastandır. Her kim de Allah'ın ayetlerini inkâr ederse, şüphe yok ki Allah, hesabı çabuk görendir."[28] Al-i İmran Suresi 19. ayet. "Şüphe yok ki, iman edenler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiiler; bunlardan her kim Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman eder ve iyi bir amel işlerse, elbette bunların Rableri yanında mükâfatları vardır. Bunlara bir korku yoktur ve bunlar mahzun da olmayacaklardır."[27] Bakara Suresi, 62. ayet. Museviler de Hristiyanlar da İslam'ı hak bir din olarak kabul etmezler. Musevi inancına göre, Hrıstiyanlık ve İslam; her ikisi de tek gerçek İbrahimi din olan Yahudi fıkıhından yola çıkmış ve daha sonra tek başına din halini almış Yahudilik çıkışlı mezheplerdir. Nitekim İslam, birçok Musevi alimin üzerinde hem fikir olduğu ve Musevi inancının temel taşlarından saydığı Yahudi milletinin halklar arasındaki özel konumuna değinmemektedir. Hristiyanların inandığı akide ile İslamınki oldukça farklıdır ve bu sebeple Hristiyanlar İslam'ı hak bir din olarak görmezler. Hristiyan akidesinin temelinde yer alan teslis (yani üçleme) inancı, İsa'nın Tanrı'nın Oğlu olduğu fikri gibi kavramlar İslam'da bulunmadığı gibi, İslam'ın kutsal kitabı Kur'an başta olmak üzere tüm İslami kaynaklarca reddedilmiştir. Bu sebeple Museviler gibi Hristiyanlar da İslam'ı hak bir din olarak görmezler. Ana madde: İslam Tarihi İslamiyet 7. yüzyılda peygamberi Muhammed aracılığıyla Arap Yarımadası'nda yayılmaya başlanmıştır. Muhammed'in ölümünden sonra İslam Devleti'nin başına sırasıyla Dört Halife geçmiştir, bunlar sırasıyla: Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali'dir. Ali'nin ölümünden sonra kısa süreliğine Müslümanların biatıyla Hasan halife olmuş fakat daha sonra elindeki gücü kullanarak Muaviye hilafeti almış, iktidara gelmiştir[29]. Peygamberin ölümünden sonra iktidara gelen ilk dört halifeye Sünnî yazında sıklıkla Hülefa'ür-Raşidun yani Doğruluk üzere bulunan Halifeler denmiş ve bazen bunlara Hasan da eklenmiştir. Bununla birlikte Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın halifelikleri genel olarak Şii ve Aleviler tarafından tanınmaz. Haricîlerin bugün hâlâ devam eden bir konu olan İbadiyye ise sadece ilk iki halifeyi, yani Ebu Bekir ve Ömer'i, kabul eder ve Doğruluk üzere halife olarak görür. Ebu Bekir döneminde öncelikle peygamberin ölümü sonrası Arap yarımadasında başlayan kargaşalar giderilmiş zaman içinde Sasani İmparatorluğu ve Bizans İmparatorluğu'na doğru ilerlenmiştir. Ömer'in hilafeti sırasında İslam devleti sınırlayı büyük ölçüde genişlemiş[30], Mezopotamya fethedilip ele geçirilmiş, Mısır, İran, Filistin, Suriye, Kuzey Afrika ve Ermenistan'ın çeşitli bölümleri istila edilmiş ve ele geçirilmiştir[8]. Daha sonra üçüncü halife olarak seçilen Osman'ın[31] hilafeti sırasında İran'ın tamamı, Kuzey Afrika'nın tamamına yakını, Kafkaslar ve Kıbrıs ele geçirilmiş, İslam Devleti topraklarına katılmıştır. Bununla birlikte kendi zamanında bazı yakınlarının önemli görevlere atanması ve diğer bazı iç sorunlar sebebiyle Osman öldürülmüştür[31]. Osman'ın öldürülüşü ve ortaya çıkan iç savaş ortamı sebebiyle Ali'nin döneminde hilafet iç meselelere yönelmiş, çıkan iç savaşla uğraşmıştır[31][32]. İç savaş ve iç gerilimler sonucunda Ali de öldürülmüş[32], kendisinden sonra halife olan oğlu Hasan ise hilafeti Muaviye'ye teslim etmek zorunda kalmıştır[29]. Muaviye İslam Devletinin başkentini Şam'a taşımış, imparatorluk benzeri bir yapının temellerini atmış, kendisinden sonra oğlu Yezid'i bu makama atayarak İslam siyasî tarihinde saltanatı başlatmıştır[29]. Bu hareket karşı ayaklanan Muhammed peygamberin torunu, dördüncü halife Ali bin Ebu Talib'in oğlu Hüseyin ise, Yezid tarafından gönderilen askerlerce, Kerbela'da taraftarlarıyla birlikte öldürülmüştür[33][34]. Nitekim bu noktadan sonra daha katı bir Şiî ayrılması söz konusu olmuştur. Muaviye ile birlikte başlayan yeni döneme Emeviler Dönemi denmiştir. Emeviler Dönemi'nde büyük bölgeler zaptedilmiş, İslam Devleti İber yarımadasına kadar ilerlemiştir[35]. Her ne kadar siyasî yayılma yükselişe geçmiş olsa da aynı şey dinî yayılma için söylenemez; nitekim bu dönemde dinî yayılmanın devletin gayrimüslimlerden aldığı vergi göz önünde bulundurularak pek teşvik edilmediği de öne sürülmüştür[35]. Emeviler'den sonra miladî 750 yılı civarı kurulan Abbasi hükümdarlığı, Emevi hanedanlığının kontrolünü, Endülüs (İber yarımadasındaki kısım) haricindeki tüm topraklarda ele geçirmiştir[35][36]. Abbasilerin iktidara gelişiyle Abbasiler Dönemi başlamış ve Abbasilerin hilafeti 750 yılından 1258 yılına kadar sürmüştür[37]. Abbasiler zamanında hilafet başkenti tekrar değişmiş, Şam'dan Bağdat'a alınmıştır[37]. Emeviler ve Abbasiler döneminde yapılan fetihler sonucu ele geçirilen yeni topraklardaki halklar aynı zamanda İslam'la da tanışmış oluyorlardı. Bunun sonucu olarak zaman içinde birçok bölgeye İslam dini yayıldı. Önce yakın bölgelerde yaşayan İranlılarda, 10. yüzyılda ise kitleler halinde Türkler arasında İslam yayılmaya başladı. Tüccarlar aracılığıyla Müslümanlıkla tanışan ve Müslümanlığı benimseyen İdil Bulgarları ilk Müslüman Türk devleti oldu. Karluk, Yağma ve Çiğil Türkleri ise Orta Asya'daki ilk Müslüman Türk devleti olan Karahanlı Devleti'ni (840), Oğuzlar ise Büyük Selçuklu Devleti'ni (1038) kurdular. Abbasiler yönetiminde askeriyede büyük rol verilen Türklerin oluşturduğu Memlükler güçlenirken Abbasiler iki yüzyıllık hâkimiyetlerinin son dönemlerinde çöküşe geçmiştir[37]. Nitekim 1250'de Mısır'da Memlük Sultanlığı başlamış, Memlüklerin buradaki hâkimiyeti 1517 yılına kadar devam etmiş, 1517 yılında Mısır'ı Osmanlılar ele geçirmiştir ki bu fetihten sonra Osmanlılar hilafeti kendi iktidarları olarak benimsemiş, ilan etmiş, Osmanlı padişahları aynı zamanda halife unvanını taşımıştırlar[37][38]. Abbasi hanedanlığının sonu ise 1258 Bağdat'ın Moğol istilacılar tarafından yağmalanmasıyla son bulmuştur[39][37]. Endülüs'teki Emevi kontrolü ise 13. yüzyılda düşüşe geçmiş, bölgedeki en son İslam hükümdarlığı olan Gırnata Emirliği 1492'de düşmüştür[8][40]. Bunların dışında 909 yılından 1171 yılına kadar Mağrib ve Mısır'daki çeşitli bölgelere Fatimîler isimli Arap Şii (İsmailî) hanedanlığı hükmetmiştir[6][37][41]. Hanedanlığın başındaki halife Şii İsmaili imamıydı ve bu sebeple seküler gücünün yanı sıra İsmaili İmamet anlayışında da önemli bir yere ve tarihsel öneme sahip olmuşlardır. Fatimîlerin 12. yüzyıldaki çöküşleriyle birlikte Doğu'da hükmetmiş oldukları Mısır, Suriye, Yemen ve Hicaz gibi bölgelerde Eyyûbî hanedanlığı başa geçmiştir[41]. 1517 yılında Osmanlıların ilan ettikleri halifelik 1924 yılına kadar devam etmiş, 1924 yılında Osmanlı'nın mirasçısı konumundaki Türkiye Cumhuriyeti devletinin meclisinin (TBMM) aldığı bir karar fesh edilmiş, yönetim sistemi değişmiştir[38]. Osmanlı Devleti tarafından yapılan fetihlerle Anadolu'nun tamamı ve Balkanlarda Müslüman nüfus artmış, İslam yayılmıştır. Ana madde: İslam'da iman 17. yüzyıldan kalma, hat sanatıyla Arapça yazılmış Allah lafzı. İslam dininde imanın ilk esası Allah'ın varlığı ve birliğine inanmaktır. İslam'da inanç kavramı, Allah'tan başka ilah, (hâkim, kral, kanun koyucu) güç tanımamak, Allah'ın gönderdiği bütün kitaplara ve bütün peygamberlere birisini diğerinden ayırmadan inanmak, yalnızca Allah'a ait olan sıfatları ve ona has özellikleri Allah'tan başkasına yakıştırmamak, din sahibi olarak yalnızca Allah'ı görmek, öldükten sonra dirileceğine, bir gün hesap verileceğine, o günün sahibinin Allah olduğuna inanmak olarak özetlenebilir. Her ne kadar İslam'daki farklı mezhepler gerek imanı gerekse imanın şartlarını farklı tanımlamış olsalar da, belirli esaslar her mezhepte aynıdır ve temeldir. Sünni anlayışta bunlara inanmak tafsilî imanın birinci derecesine denk gelir, Kur'an'da da geçen bu üç esas şöyledir:[42][43] 1. Allah'a iman, 2. Peygamberlere iman, 3. Kıyamet gününe, ölülerin dirileceğine (Ba'su ba'de'l-mevt) ve ahirete iman. Bu esasların birincisi ve diğerlerinin temeli Allah'a imandır. Allah'a iman ile kast edilen tevhit yani Allah'ın varlığına ve birliğine (tekliğine) inanmaktır. Bu Allah'a dayandırılan yaratıcılık, ezelîlik gibi kavramlara inanmayı da gerektirir. Bunlara ek olarak Allah'ın gerçekten ibadet edilmeyi hak eden ilah, onun dışında ibadet edilen her şeyin ise batıl olduğuna inanmak, Kur'an'da ve Muhammed'in sünnetinde bildirdiği üzere, en güzel isimlerin (Esmâ'ul Husna) Allah'a ait olduğuna inanmak, Allah'ın her türlü zayıflıktan, eşya ile bütünleşmiş mekân ve zaman gibi kavramlardan uzak olduğuna inanmak gerekir. Bunların dışındaki imanın şartları mezhepler arasında ayrılık göstermektedir. Ehl-i Sünnette, tanınmış bir hadis olan Cibril Hadisi ve Kur'an'daki çeşitli ayetler kapsamında imanın altı şartı olduğuna inanılır. Bunlar:[43] 1. Allah'a iman, 2. Meleklere iman, 3. Kitaplara iman, 4. Peygamberlere iman, 5. Kaza ve kadere iman, 6. Kıyamet gününe ve ahirete iman. Muhammed ve ashabını Mekke'ye ilerlerken gösteren bir betimleme; kanatlı betimlenen varlıklar İslam'daki Dört Büyük Melek olan: Cebrail, Azrail, Mikâil ve İsrafil'dir. Kur'an'da yasak edilmemesine rağmen, İslam'da meleklerin betimlenmesi pek hoş karşılanmaz ve sıklıkla rastlanmaz. Siyer-i Nebi; 1595. Geç 16. veya erken 17. yüzyıldan kalma, tezhip ile süslenmiş bir Kur'an sayfası; Çin. Meleklere iman ile kasıt meleklere inanmaktır. Buna göre: Melekler, Allah'ın yalnız ona ibadet etsinler ve onun emirlerini yerine getirsinler diye yarattığı üstün kullarıdır[44]. Nurdan (ilahî ışıktan) yaratılmışlardır. Allah onlara özel görevler vermiştir. Büyük meleklerden Cebrail, Allah'ın katından peygamberlere vahiy (mesaj/kitap) indirmekle; Mikâil, doğa olaylarıyla; İsrafil, Kıyamet Günü ve yeniden diriliş günü Sûr'a üflemekle; ölüm meleği olan Azrail, hayatı sona erdirmekle görevlidir[44]. Kitaplara iman ile kasıt ise Allah'ın peygamberlerine içinde doğru yolu, iyiliği ve kurtuluşu gösteren kitaplar indirdiğine, hepsinin Allah kelamı olduğuna inanmak. Allah'ın zatına ait olan kitapların aslını, yine kendisinin muhafaza edeceğine inanmak. Bu kitaplar, Muhammed'e indirilen Kur'an, Musa peygambere indirilen Tevrat, İsa peygambere indirilen İncil ve Davud peygambere verilen Zebur ve diğer peygamberlere indirilen sahifelerdir (Suhuf). Kitaplara iman Kur'an'da Bakara suresinin 136. ayetinde şöyle ifade edilir: Deyin ki: “Biz Allah’a, bize indirilene (Kur’an’a), İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakuboğullarına indirilene, Musa ve İsa’ya verilen (Tevrat ve İncil) ile bütün diğer peygamberlere Rablerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz.”[45] Peygamberlere iman ile kast edilen Allah'ın peygamberler gönderdiğine, ilk peygamber Âdem ile son peygamber Muhammed arasında gelen sayıları Allah tarafından bilinen bütün peygamberlere aralarında hiçbir fark gözetmeksizin inanmak. Peygamberlere iman hususunda Kur'an'da, Bakara suresi 285. ayet şöyledir: "Peygamber, Rabbinden ne indirildiyse ona iman etti, müminler de. Hepsi, Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve: 'Peygamberleri arasında hiçbir ayırım yapmayız.' diye Peygamberlerine inandılar ve: 'İşittik ve boyun eğdik, bağışlamanızı dileriz, ey Rabbimiz! Dönüş sanadır!' dediler."[46] Kadere iman, kadere, hayır ve şer her işin Allah'ın iradesinde olduğuna inanmaktır. Allah'ın ezelî ve ebedî ilmi ve bilgeliğinin gereği olarak herşeyin onun bilgisi dâhilinde olduğuna ve huzurundaki “Levh-i Mahfûz”da yazıldığına inanmaktır. Allah, evreni dilemiş ve yaratmıştır. O’nun iradesi ve yaradışı olmadan olmuş hiçbir şey yoktur. Kader her ne kadar Kur'an'da çeşitli ayetlerde konu edilmiş olsa ve bu sebeple İslam açısından önemli bir kavram olsa da, Kur'an'da imanın bir unsuru, parçası olarak geçmez. Bununla birlikte Cibril Hadisi'nde Muhammed imanı tanımlarken geçmektedir[47]. Nitekim kadere iman Sünnilikte sıklıkla iman esası olarak görülmüşken, Şiilikte iman esaslarından biri olarak geçmez. Ahiret gününe iman ile kasıt Ahiret'e, yani Kıyamet gününe, inanmak. Ahiret günü; Allah'ın insanları yeniden diriltip bir arada toplayacağı gündür. İslam'a göre o gün insanlar ya nimetleri bol Cennet yurduna ya da elem verici azabın olduğu Cehennem'e gireceklerdir. Nitekim Kur'an'da ahiret gününe iman çeşitli ayetlerde vurgulanmış, Bakara suresi 62. ayette Allah'a inançla birlikte kurtuluşa erecekleri tanımlamakta kullanılmıştır: "Şüphe yok ki, iman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiiler; bunlardan her kim Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman eder ve iyi bir amel işlerse, elbette bunların Rableri yanında mükâfatları vardır. Bunlara bir korku yoktur ve bunlar mahzun da olmayacaklardır."[46] Ali bin Ebu Talib betimlemesi. Şiilikte Ali'nin çok özel bir yeri vardır ve Şii amentüsünde bulunan imamet anlayışına göre Muhammed öldüğünde yerine imam olması gereken kişi Ali'dir ve imamet Ali'nin soyundan devam eder. İslam'ın diğer büyük mezhebi olan Şiilikte ise iman genellikle şu unsurlarla tanımlanır:[43] 1. Tevhit - Allah'ın varlığı ve birliğine inanmak, 2. Adalet - İyi ve kötü olan şeylerin bir hikmetinin olması ve olayların arkasındaki hikmetin Allah tarafından bilinirken her zaman insanlarca anlaşılabilir bir mahiyette olmaması; iyi ve kötü şeylere karşı Allah'ın insanlara iyi olanları yapmalarını emretmesi ve bunun karşılığında onları mükâfatlandırması, 3. Nübüvvet - Peygamberlere iman, 4. İmamet - Allah'ın belirli şahısları insanlığın önderi, imamı olmak için önceden seçtiğine ve gönderdiğine inanmak. Şii inancında Ali ve onun soyundan olan belirli kişilerin gerçek imamlar olduğuna, bunun dinî bir gereklilik sonucu olduğuna inanılır ki bu gerekli vasıflara uyan herkesin imam olabileceğini öne süren Sünni fikriyatından çok farklıdır ve iki mezhep arasındaki en büyük farktır. 5. Kıyamet - Kıyamet gününe inanmak. Bunların dışında genellikle Şii itikadında şart olarak sıralanmasa da, meleklere iman ve kitaplara iman da Şii itikadında mevcuttur. İmamet şartı dışında, Sünni amentüsünden farklı olarak Şii amentüsünde kadere iman mevcut değildir[43]. İmamet unsuru Şiilikte iman esaslarından biri olması hasebiyle çok önemlidir ve ayrı Şii mezheplerinde farklı yorumlama ve imamet sıralamalarına sahiptir. Sünnilikte bulunmayan Adalet ise Şiilikte özel bir anlam içerir. Şiilikte eşyanın bazısının doğası hasebiyle içten iyi bazısınınsa doğası hasebiyle içten kötü olduğu inancı mevcuttur. Buna göre olayların arkasında her daim gizli bir hikmet yatmaktadır ve kul her ne kadar bu hikmete nail olmaya çalışmalıysa da bunu tamamen anlaması pek mümkün değildir. Aynı şekilde bu esas kişilerin yaptıkları eylemlerde hür olduklarının, Allah'ın da adil olduğunun ve bu sebeple Allah'ın kişilerin iyi eylemlerine iyi, kötü eylemlerine karşı kötü bir sonuç yaratmasının mecburi olduğu görüşündedirler. Yani Allah adalet sıfatından dolayı iyiliği her daim iyilik, kötülüğü ise kötülük ile sonlandırır. Bu Sünnilikte yer almayan bir esastır ki yer almamasının farklı sebepleri vardır. En başta Sünnilikte eşyanın içten iyi veya kötü olup olmadığı tartışmalıdır. Ayrıca kader ve kazaya yaklaşan kişinin eylemlerinde hür olma esası Sünnilikte genel olarak mevcut olsa da, daha farklı yorumlanmıştır. Sünnilerde amentü sıklıkla İmanın Altı Şartı olarak geçerken Şiilerde amentü sıklıkla Usûl el-Din olarak adlandırılır. İslam dinine göre kişinin iflah olması (kurtuluşa erebilmesi) için iman etmesi gerekir. Bununla birlikte, her mezhep kurtuluş için imanı şart koşsa da, bazı mezhepler ek unsurların da kişinin kurtuluşa erebilmesi için şart olduğunu öne sürmüşlerdir; ibadet gibi[48]. İslam'da ibadetler çok çeşitlidir ve dindeki durumları farklıdır. İslam'da kişi, yaptığı her ibadetle sevap kazanırken şart olmasına rağmen yapmadığı ibadetlerle günaha girer[49]. Kur'an'da inananların yapması emredilen eylemler farz hükmündedir. Kulluğun İslam akidesinin bir parçasını teşkil edip etmediği tartışılmıştır. Maturidiyye ve Eş'ariyye mezheplerine göre ibadet, imanın ve dolayısıyla akidenin bir parçası değildir; kişinin ibadetlerini aksatması veya ibadet etmemesi onu dinden çıkarmaz[50]. Bununla birlikte kişinin bağlılığının azalabileceği ve imanının daha zayıflayacağı (korumasız bir hâle geleceği) benzeri fikirler de sık sık öne sürülür[51]. Selefiyye, Hariciyye, Mutezile, Zeydiyye gibi mezheplere göre ibadet, imanın bir parçasıdır[52][53]. Buradan hareketle ibadetin seviyesine göre kişinin imanının artıp azalabileceği fikri de ortaya atılmıştır ve bu mezhepler imanın artıp eksilebileceğini ileri sürmüşlerdir[54][55]. Kur'an'da ibadetin imanın bir parçası olduğuna dair bariz bir ifade yoktur; bununla birlikte ibadeti imanın bir parçası sayan âlimler ve mezhepler çeşitli ayet (örneğin Nisa Suresi 93. ayet gibi) ve hadisleri farklı şekillerde yorumlayarak ibadetin imanın bir parçası olduğu fikrini savunmuşlardır[56]. İbadetin imanın bir parçası olmadığını savunan âlimler ve mezhepler, Kur'an'da geçen Müslüman (İslam'a giren) ve Mü'min (İslam dinine inanan) ayrımına dikkat çekmişlerdir[57]; Hucurat suresi 14. ayeti gibi: " Bedeviler: 'İman ettik.' dediler. De ki: 'Siz henüz iman etmediniz, fakat henüz iman kalplerinizin içine girmemiş olduğu hâlde 'İslam'a girdik' deyin. Eğer Allah'a ve peygamberine itaat ederseniz, size amellerinizden hiçbir şey eksiklemez; çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, merhamet edendir.' "[58] Ana madde: İslam'ın Beş Şartı "Şehadet" lafzının hat sanatıyla yazılmış bir örneği. Namaz kılan bir Müslüman (Çeçenya) İslam dininin emrettiği, yapılmasını farz (gerekli) kıldığı kullukların bütününüdür. İslam dini, kutsal kitabı olan Kur'an-ı Kerim'de farz olarak emredilen her ibadet ve eylemin yapılması, inananlara şarttır. Bununla birlikte özellikle 5 ibadet geleneksel olarak İslam'ın Beş Şartı adıyla yaygınca bilinmekte ve özellikle vurgulanmaktadır. Özellikle Sünni İslam'da bu beş şartın İslam'ın beş şartı olarak anlaşılması ve oluşan gelenek, Muhammed'in, Abdullah bin Ömer'in babası Ömer bin Hattab aracılığıyla aktardığı, sahih olduğu kabul edilen ve tanınmış bir hadis olan Cibril Hadisi kaynaklıdır. Hadiste, İslam'da vahiy meleği olarak kabul edilen Cebrail (Cibril) farklı bir kılığa bürünerek peygamber ve arkadaşlarını ziyaret eder, peygambere çeşitli sorular sorar. Bu sorulardan biri ve aldığı yanıt şöyledir: "'Ya Muhammed! Bana İslam'ın ne olduğunu söyle' dedi. Muhammed: 'İslam; Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt'i hac etmendir' buyurdu. O zat: 'Doğru söyledin' dedi. Babam dedi ki: 'Biz buna hayret ettik. Zira hem soruyor, hem de tasdik ediyordu.'"[47] Bu hadisten yola çıkarak İslam'ın beş şartı adıyla şu ibadetler temel kabul edilmiştir:[59] * Kelimei şehadet getirmek, * Namaz kılmak, * Oruç tutmak, * Zekât vermek, * Hacca gitmek. Bu ibadetlerin hepsi Kur'an'da emredilen ibadetlerdir ve İslam'da Kur'an'da emredilen şeyleri yerine getirmek farz olduğu için bu ibadetler de Kur'an'da bahsi geçen diğer ibadetler gibi farzdırlar. Kâbe'yi tavaf eden, ibadet eden Müslümanlar. Hac zamanında kutsal sayılan bu topraklara gidip ibadet yapmak İslam'da önemli bir ibadettir. Zaman zaman Füru-ı Din olarak da anılan, Şiilikte dinî vazifelerin belirli bir kısmına verilen isim. İslam'ın Beş Şartı benzeri bir kavram olan Fürû el-Din, İslam'ın Beş Şartı'nda da olan dört ibadeti (namaz, oruç, zekât ve hac) kapsadığı gibi başka bazı İslami vazifeleri de barındırır. Fürû el-Din 10 unsurdan oluşur ve şöyledir: * Namaz kılmak, * Oruç tutmak, * Hacca gitmek, * Zekât vermek, * Hums vermek, * Cihat etmek, * Emr-i bi'l ma'rûf yani iyiliği emretmek, nasihat etmek, * Nehy-i anil münker yani kötülükten men etmek, * Tevella yani Ehl-i Beyt ve takipçilerini sevmek, * Teberra yani Ehl-i Beyt'in düşmanı olan kişileri sevmemek. Bu unsurlardan Hums, Şiilikte ödenmesi gereken ve alınan, sahip olunan eşyanın beşte birlik değerine denk gelen bir vergidir. Şii inancında özel bir yeri olan bu vergi Muhammed'in bir yakını veya soyundan gelen bir kimse[60], yetimler, ihtiyaç sahipleri veya yurdundan ayrı düşmüş ve yurduna dönecek maddi imkânı bulunmayan kişilerin hakkı olarak tanımlanır[61]. Hums hususunda Sünni Şii ayrılığının başlıca sebebi, Şiilikte bu verginin asıl kaynağı olarak görülen Kur'an'daki Enfal Suresinin 41. ayetinin yorumlanmasındaki bir farklılığa dayanır[62][61]. Ayette sözü geçen ganimet anlamındaki sözcük, Sünni âlimlerce sadece savaşta kazanılan mal ve maddi varlık olarak tanımlanırken, Şiilere göre genel bir "kâr" anlamı barındırmaktadır ve bu sebeple kârın söz konusu olduğu her durumda beşte birlik bir kısım vergi olarak verilmelidir[61]. Ramazan ayında oruç tutan Müslümanlar iftarı beklerken; Kahire, Mısır. İslam'ın bir unsuru olarak sayılan cihat, her ne kadar Allah adına savaşmak anlamına gelse de her daim fiziki bir savaşı tanımlamaz ve daha genel bir anlama sahiptir[63]. Buna göre büyük cihat kişinin kendi nefsiyle olan savaştır ve daha zordur[63]. Kişinin İslam adına yaptığı farklı emek ve çabalar cihad tanımına girebilir[63]. Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker ile kasıt inananların diğer kişileri Allah'ın emrettiklerine davet etmesi, iyi şeyleri nasihat etmesi, kötü şeylerdense alı koyması, men etmesidir. Bu iki kural aslında Kur'an'da anlamsal açıdan benzer şekillerde (Âl-i İmrân suresi, Tevbe suresi gibi) birçok yerde geçmektedir ve Sünnilikte de önemli bir yere ve öneme sahiptir. Bununla birlikte Sünnilikte klasikleşmiş İslam'ın Beş Şartı arasında sayılmaz. Şiilikte imametin amentülerinde yer alması ve imametin sahabeden peygamberin akrabası ve damadı olan Ali ile olan ilişkisi hasebiyle, Ehli Beyt yani Muhammed'in ev ahalisi ve soyundan gelenlerin, Ali ve onun soyundan gelenlerin çok özel bir yeri vardır. Tevella esasına göre Ehl-i Beyt'i sevmek ve Ehl-i Beyt'in takipçilerini, sevenlerini sevmek şarttır. Nitekim bu esas Şiilere göre Şura suresinin 23. ayetine dayanır. Ayet Sünni âlimlerince farklı, Şii âlimlerince farklı ele alınmıştır. Şii âlimlerine göre ayetin meali şöyleyken: "Bu, Allah'ın, inanan ve iyi işlerde bulunan kullarını müjdelemesidir işte. De ki: Sizden, tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim, ancak yakınlarıma sevgidir ve kim güzel ve iyi bir iş yaparsa onun güzelim mükâfatını arttırırız; şüphe yok ki Allah, suçları örter, iyiliğe, mükâfatla karşılık verir."[64] Sünni âlimleri ayeti şöyle yorumlarlar: "İşte bu müjdeyle Allah, iman edip iyi iyi işler yapan kullarım müjdeliyor. De ki: "Buna karşı sizden yakınlıkta sevgiden başka bir karşılık istemem." Her kim çalışır da bir güzellik kazanırsa ona orada daha fazla bir güzellik veririz; çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, çokça şükrün karşılığını verendir."[65] Şiilere göre ayette geçen ve yakınlık arz eden sözcük ile kasıt peygamberin ailesi ve soyuyken, Sünni âlimlere göre kasıt bu değildir. Nitekim ilgili esasın, her ne kadar Ehl-i Beyt genel olarak Sünnilikte sevgiyle anılsa da, Sünni inancında özel bir yerinin olmamasının sebebi budur. Tevellaya benzer olarak, teberra yani inananların Ehl-i Beyt'i sevmeyenleri sevmemeleri, Ehl-i Beyt düşmanlarına düşman olmaları anlamına gelir ve Şiilikte önemli bir yere sahiptir. İslam'da farklı farklı mezhepsel bölünmeler olmuştur. Bu mezheplerden akide açısından ayrılık gösterenlerden bir kısmı daha sonraları İslam dini dairesinden tamamen çıkarılarak, farklı dinler olarak ortaya çıkmışlardır; Babilik gibi. Bunun dışında Kur'an temelli akideden çıkmasına rağmen farklı din olarak kabul edilmeyen mezhepler vardır. Bu mezheplerden çoğunun kendilerini taraftarları ve kurucuları tarafınca İslam'ın yeni bir versiyonu olarak tanımlandığı olmuştur. Muhammed Ebu Zehra, daha sonra klasikleşen Mezhepler Tarihi adlı kitabında birçok farklı İslam tarihçisinin de kabul ettiği şekilde İslam dini mezheplerini üç kategori altında işler: siyasi mezheri, itikadi mezhepler ve fıkhi mezhepler (yani hukuki mezhepler). 19. yüzyıldan kalma, Sıffin Savaşı'nı betimleyen bir minyatür. Sıffin Savaşı sonrası gerek siyasî gerekse itikadî mezhepler ortaya çıkmıştır. Siyasi mezhepler kategorisi içerisinde Sünnilik, Şia (Şiilik) ve Haricilik mezhepleri bulunur. Bu mezheplerin ortaya çıkması ve ayrışması İslam tarihi açısından önemli bir olaydır ve siyasi etkileri başta olmak üzere birçok çeşitli etkileri olmuştur. Muhammed öldükten sonra ortaya çıkan devletin liderliği sorununda belirli bir ayrışma gerçekleşmiştir. Bazı kişiler devletin lideri, imam konumunda Ali'yi görmek istemişlerdir. Nitekim Şiilik inancına göre imamet Ali'nin hakkıdır ve peygamber bunu yaşarken ima etmiştir. Sünniler Ali'nin de imamete uygun olduğunu kabul etmekle birlikte, peygamberin yaşarken kendisinden sonra Ali'nin imam olması gerektiğini ima ettiğine inanmazlar. Nitekim Şiilerin büyük bir çoğunluğu Ali öncesindeki 3 halifeyi kabul etmezken, Sünniler kabul eder. Şiilik ve Sünnilik arasındaki tartışma bu şekilde siyasi bir tartışma ile (kimin imam olması gerektiği) başlamış, zaman içinde iki grup ibadetler ve çeşitli akide konuları açısından da ayrışmıştırlar. Üçüncü siyasi grup olan Hariciler ise başta Ali taraftarı kişilerdi. Bununla birlikte Sıffin Savaşı sonunda hakem tayin edilmesi olayına sonradan karşı çıkmış, bu hakemliğin küfür olduğunu öne sürmüş ve ayrı bir grup olarak ortaya çıkmışlardır. Ana madde: Sünnilik Dünyadaki en yaygın siyasi mezhep Sünniliktir ve Müslüman topluluğun çoğunluğu Sünnidir[66]. Sünniler Şia'dan farklı olarak peygamberin ölümünden sonra halife olan ilk dört halifenin (Hulefa-i Raşidin) hepsini tanır ve dört halifeyi Doğruluk üzere olan Halifeler olarak saygı ve sevgiyle anarlar[67][68]. Sünnilikte farklı âlimler farklı imamet, hilafet tanımları yapsalar da ortak nokta herhangi bir kimsenin soyunun imameti hak ettiği fikri bulunmaz ve bu da genel olarak Şia ile arasındaki en büyük ayrılıklardandır. Nitekim imamet, halife makamı Sünnilikte önemli olsa da Şia'nın çoğu mezhebinde olduğu gibi itikatta bir yere sahip değildir. Aynı şekilde peygamberin torunu Hüseyin'in Kerbela'da öldürülmesi hadisesi genel olarak üzücü bir hadise olarak kabul edilip, Yezid Sünni cemaat içerisinde sıklıkla yerilse ve Sünnilikte isim olarak neredeyse hiç kullanılmasa da[69][70], Şia'dakine benzer bir şekilde Kerbela olayı her yıl törenlerle anılmaz. Şia'daki çeşitli mezheplerde bulunana benzer bir Mehdi inanışı olmadığı gibi, imamet anlayışının farklılığı sebebiyle herhangi bir imamet silsilesi de bulunmamaktadır. Ek olarak Şia'da birçok mezhebin kabul ettiği imamların üstün akli kabiliyeti, bilgi ve hikmeti olduğu, günahsız ve hatasız oldukları gibi fikirler Sünnilikte bulunmaz[71]. Ayrıca Şia'da çoğunluk imamların sözlerini de hadis külliyatından sayarken Sünnilikte hadis külliyatı sadece Muhammed'in sözlerini ve eylemlerini kapsar[71]. Sünnilerin takip ettikleri akide (inanç) mezhepleri üç tanedir: Matüridilik, Eş'arilik ve Selefiyye[72]. Matüridilik ve Eş'arilik aralarında teorik fıkıhta yirmi kadar noktada farklılık varsa da birbirlerine çok benzerler. Bu iki mezhebin dışında Sünnilerin takip ettiği ve her ne kadar her daim bir itikat mezhebi olarak anılmasa da, inanç ile ilgili kararlar veren bir başka mezhep de Selefiliktir. Gerek Matüridilik gerekse Eşarilik itikadi meseleleri yorumlarken akla başvursa da Selefilik bunu doğru bulmaz; bunun yerine ayetleri ve hadisleri olduğu gibi alırlar. Ayrıca iman tanımı, Matüridilik ve Eşarilikte büyük oranda benzerken Selefilikte daha farklıdır. Örneğin Matüridilikte imanda artma veya azalma mümkün değilken ve ibadet farz olsa da imanın bir parçası sayılmazken Selefiliğe göre imanda artma ve azalma mevcut olduğu gibi ibadet de imanın bir parçasıdır. Sahabeleri hayırla anarlar. Ehl-i Sünnette yaygın olan dört büyük fıkıh mezhebi bulunur. Bunlar: Hanefilik, Şafiilik, Malikilik ve Hanbeliliktir[68]. Bu mezheplerin arasında Hanefilik ve Şafiilik sıklıkla Matüridilik ve Eşarilik bazlı itikadi görüşlere sıcak bakarken, Hanbelîlik ise Eşarilik ve Selefilik bazlı görüşlere sıcak bakmıştır ve Hanbeliliğin kurucusu olan Ahmed bin Hanbel genel olarak bir Selef âlimi sayılır. Sünni fıkıh uygulamalarında temel kaynaklar iki tanedir; Kur'an ve Sünnet[73]. Bu temel fikir dört büyük fıkıh mezhebi tarafından da kabul edilmiştir. Sünni mezhebine mensupları tanımlamak için Ehl-i Sünnet lafzı da sıklıkla kullanılır. Ehl-i Sünnet'e Matüridi, Eş'ari ve Selefiler dâhil edilir. Bunun dışındakilerin Ehl-i Sünnet'ten sayılıp sayılmadığı farklı âlimlerce farklı yorumlanmıştır. Örneğin Abdulkadir el-Bağdadî'ye göre şeriata bağlı Sufiler[73] ve "Ehl-i bid'ate meyletmeyen sarf, nahv, lugat ve edebiyat âlimleri"[73] de Ehl-i Sünnet'e dâhildir. Gerek Ehl-i Sünnet'te yaygın olan dört büyük fıkıh mezhebinin kurucusu sayılan âlimler gerekse yaygın itikadi mezheplerin kurucuları önde gelen Ehl-i Sünnet âlimlerindendirler[73]. Ana madde: Şiilik İmam Ali Camii veya Meşed Ali; Necef, Irak'ta bulunan ve Ali bin Ebu Talib'in gömülü olduğu düşünülen camii. Sünnilikten sonra dünyada en yaygın ikinci İslam mezhebidir. Sünnilikten farklı olarak imamet, hilafet makamı, Şiilikte çok önemlidir ve sıklıkla itikadda geçer. Her ne kadar Şia içindeki farklı mezhepler özellikle imamet hususunda farklı inanç ve görüşlere sahip olsalar da, Şiiler genel olarak Sünnilerden farklı olarak Osman bin Affan'ın halifeliğini kabul etmez, büyük bir çoğunluğu Ebu Bekir ve Ömer bin Hattab'ın de halifeliklerini kabul etmez. Ayrıca büyük bir kısmı imameti ilahi bir makam olarak görür ve imamlara peygamberlerinkine benzer ek özellikler atfederler. Ayrıca Allah'ın adaletinin bir özelliği olduğuna inanılır ve Ehl-i Beyt'ten çıkan imamlar desteklenir. Şiiler genellikle Ali taraftarı olmayan sahabeleri benimsemezler. Şia kendi içerisinde birçok alt mezhebe, fırkaya bölünmüştür. Bu mezheplerin en büyüğü Onikiciler olarak adlandırılan İsnaaşeriyyedir. Türkiye'deki Şiiler de bu fıkıhı esas alır. İsimlerini 12 tane imamı kabul etmelerinden alırlar. İsnaaşeriyye inanışına göre on birinci imam olan Hasan el-Askerî'nin bir oğlu bulunmakta idi fakat on ikinci imam olacak bu çocuk gayba karışmış, Allah tarafından insanların çoğunluğundan saklanmıştır[74]. İnanışa göre daha sonra mehdi olarak zuhur edecek kişi bu imamdır bu sebeple Muhammed el-Mehdi olarak da anılır[74][75]. Bu kola bazen İmamiyye veya Caferiyye de dendiği olur. Nitekim Ali Zeynelabidin'in oğlu Muhammed el-Bakır'ın oğlu olan Cafer es-Sadık'ın mezhepte önemli bir yeri vardır ve İsnaaşeriyye'nin kurucusu gibi görüldüğü de olmuştur[76]. Nitekim Muhammed el-Bakır ve oğlu Cafer es-Sadık'la birlikte İsnaaşeriyye'nin temel öğretilerinden birkaçı ortaya atılmıştır. Örneğin imamların ilâhî bir şekilde seçildiğine, Ali'nin hakkından sonra imam olması gerekenlerin Hasan bin Ali ve Hüseyin ibn Ali olduğuna, onlardan sonra ise sırasıyla soydan gelen bir sonraki oğula aktarılmasına ve böylece babadan oğula geçerek devam etmesine inanılmıştır[76]. Ek olarak imamların masum yani günahsız ve hatasız olduğuna inanılmıştır[76][74]. Aynı zamanda yoğun bir Mehdi inancı bulunmaktadır; buna göre son imam kaybolmuştur, gayba karışmıştır, ve Mehdi olarak çok uzun bir zaman sonra gelecek ve kurtuluşu getirecektir[74][76]. Bu temelden de kaynaklanarak Cafer es-Sadık kendi taraftarlarına sabretmeleri, isyan ve ayaklanmalardan uzak durmaları hususunda telkinde bulunmuştur[76]. Bazı İslam tarihçilerine göre Şia'da yaygın olan takiyye yani kişinin Şii olduğunu ve Şiilikle ilgili özelliklerini toplumdan saklayarak gizli bir biçimde yürütmesi prensibi Cafer es-Sadık'a dayanır[74]. 1501'de Şah İsmail tarafından kurulan Safevi Devleti İsnaaşeriyye tarihinde önemli bir rol oynamıştır. İran'da kuralan bu Türk devletinin dini resmen İsnaaşeriyye Şia'sı olmuştur ve İsnaaşeriyye bu dönemde gelişme ve yayılma fırsatı bulmuştur[74]. Daha sonraları Safevi Devleti'ne komşu durumundaki Osmanlı Devleti'nin halifeliği ilan etmesi hilafet bazlı Sünni-Şii gerilimi tarihinde önemlidir[74]. Bir diğer Şia kolu olan Zeydiyye'nin ise kurucusu ve isim babası Ali bin Ebu Talib'in oğlu, peygamberin torunu Hüseyin'in soyundan gelen ve bir fıkıh âlimi olan Zeyd bin Ali'dir. Zeyd bin Zeynelabidin olarak da anılan Zeyd, ayrıca Hüseyin'den sonra, Hüseyin'in soyundan gelip de Emeviler'e karşı direniş başlatan ilk kişidir[77]. Zeydiyye mezhebi ilk Şii mezheplerindendir. Bununla birlikte görüş olarak Zeydiyye Ehl-i Sünnet'e diğer Şii mezheplerine oranla daha yakındır. Örneğin Zeydiyyede imamın Ehl-i Beyt'ten çıkması bir zorunluluk değildir fakat Ehl-i Beyt'ten çıkan imam mutlaka desteklenir[77]. İmamette önemli olanın halk desteği olduğuna, soya bağlı bir sıralamaya inanılır[77]. Yine İsnaaşeriyye'den farklı olarak Zeydiyye'de imamların hatasız ve günahsız olduklarına inancı bulunmaz[76]. Ek olarak Zeyd bin Zeynelabidin Ebu Bekir ve Ömer'in imamlıklarını, Ali'ye tercih etmemekle birlikte, kabul etmiştir ve bu onun direnişine başta destek veren birçok kişinin ondan kopmasına ve Cafer es-Sadık'a yaklaşmasına da sebebiyet vermiştir[76]. Zeydiyye'nin bir önemli noktası da İsnaaşeriyye'den farklı olarak imametin sağlanmasında aktif bir yol seçilmesidir[74]. Her ne kadar her zaman bir imam olacağı görüşü olmasa da bir imam olduğu takdirde imametin sağlanması için aktif bir yol seçilir ki Zeyd kendi zamanında direnişe geçmiştir. Bugün özellikle Yemen'de hâkim olan bir Şii koludur[75]. III. Ağa Han; şu anki IV. Ağa Han'ın büyükbabası. Bunların dışında bir diğer büyük Şii mezhebi de İsmaililiktir ve bugünkü Şii nüfusunun İsnaaşeriyye'den sonraki en büyük ve önemli bölümünü oluştururlar[78]. Diğer Şia ve Sünni mezheplerine oranla İslam'ın batınî bir yönü olduğu inancı ve bu yönünün araştırılması, tecrübe edilmesine büyük önem verirler. Bu sebeple Şiiliğin daha ezoterik bir şeklini benimsedikleri söylenebilir[75]. Özellikle ilk dönem İsmailikte dinî metinlerin zahirî ve batınî olarak iki anlamlı sayılması ve batınî tarafın incelenmesi çok büyük önem arz etmiştir[78]. İsmailîler, adlarını Cafer es-Sadık'ın oğlu olan ve yedinci imam saydıkları İsmail'den alırlar[75][78]. İsmail'in yedinci imam olmasından dolayı bazen Yediciler olarak anıldıkları da olur[75]. 909 yılında kurulan ve varlığını 1171'e kadar sürdüren Fatımi devleti (Fatimiler) İsmaililer tarafından kurulmuştur[75][78]. Bu dönem İsmaililerin altın çağı olarak da adlandırılmıştır[78]; zira bu dönemde İsmaili kültür oldukça gelişmiş, İslam medeniyetine İsmaililerin katkısı oldukça artmıştır[79]. İsmailililer kendi içlerinde ayrı kollara ayrılırlar[78]. Bu kollardan en büyük ikisi Nizari İsmaililik ve Davudi İsmaililik'tir[79]. Nizari İsmaililikte imamet hâlâ devam etmektedir ve 2008 itibariyle, 49. imamları olan Kerim Şah'a (4. Ağa Han) bağlıdırlar[78]. İsmaililikte dönüm noktasını oluşturan ve Nizari mezhebinin kurulmasına yol açan ayrışma 1409'da Fatimi sultanı ve (onsekizinci) İsmaili imamı olan el-Mustansır'ın ölümüyle başlamıştır. Tahta geçmesi düşünülen halef olan oğul Nizar yerine tahta diğer oğul el-Mustali'nin geçmesiyle birlikte İsmaililikte ayrışma baş göstermiş, İsmaili topluluğun bir kısmı, özellikle İran bölgesinde yaşayanlar ki bunların büyük bir kısmı o zaman Hasan Sabbah yönetimindeydi, Nizar'ın imametini takip etmişlerdir[78]. Diğer bölgelerde, özellikle Kahire ve Yemen'de, kalan İsmaililer ise el-Mustali'yi desteklemişlerdir[78]. Nizari İsmaililik özellikle İran'da Hasan Sabbah önderliğinde yükselişe geçmiş, önce İran'da daha sonraları ise Hindistan ve Asya'nın farklı bölgelerinde yayılmış ve İsmaili halk yüzyıllarca zaman zaman isyan ederek zaman zaman mutasavvıf veya İsnaaşerî Şiiler kılığına bürünerek varlığını bugüne kadar sürdürmüştür. El-Mustali kolu ise daha sonraları Hafızi ve Tayyibi isimli iki kola ayrılmıştır. Bu ayrışmanın sebebi Fatimi sultanlarından ve İsmaili imamlarından olan el-Emir'in ölümü üzerine gerçekleşmiştir ki daha sonra tahta geçen sultanların imametini takip eden grup olan Hafıziler, Fatimi hükümdarlığının çöküşüyle birlikte yavaşça yok olmuşlardır[78]. Daha sonra Tayyibi kolu da Davudi ve Süleymani olarak ikiye ayrılmıştır. Ali'nin çocukları ve imamette ikince ve üçüncü imam olan Hasan ibn Ali ve Hüseyin ibn Ali, Şia'da büyük rol oynar. Bunların dışında altıncı imam olan İmam Cafer-i Sadık da birçok hadisin kaynağı olduğundan çok önemlidir. Ana madde: Haricilik Hariciler, Ali bin Ebu Talib'in grubundan ayrılarak ne onu, ne de Osman bin Affan'ı halife olarak kabul etmişlerdir. İslam'ın en radikal gruplarını oluşturan bu mezhep grubunun çoğunluğu çeşitli günahları işleyen kişilerin kâfir olduğuna ve katledilmeleri gerektiğine inanmıştır. En "aşırı"ları, yalnızca kendi mezheplerinden olan Haricileri kabul etmiş, diğer Haricilerin de katlinin farz olduğuna inanmışlardır. Tabiatıyla kendileri Abbasiler devrinde öldürülmüşlerdir. Bugün bu mezhep grubuna bağlı kimselerden sadece Umman'daki İbadiler kalmıştır; fakat bu gurup, Haricilerin en ılıman olan grubunu oluşturur[80]. Sıffin Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan Hariciler bir dönem sık sık isyan ederek Emevi Devleti için tehlike oluşturmuşlardır. Sıffin Savaşı'nda önce Ali'nin hakem ile tayini kabul etmesi sebebiyle bir grup ayrılmış ve Haruri olarak anılan ilk Haricileri oluşturmuştur[81]. Sıffin Savaşı ve hemen sonrasında hakemlik fikrine sıcak bakanların bir kısmı da daha sonra hakeme gitmenin dinden çıkaran bir tür günah olduğu kararına varıp, tövbe etmiş ve Haricilerin saflarına katılmışlardır[81]. İsyan amacı gütmeyen ve ayaklanmayan bu ilk gurup sadece Ali bin Ebu Talib taraftarları ve Muaviye taraflarından ayrılan, üçüncü bir grup oluşturan ayrılıkçı bir gruptur[81]. İlk dönemdeki Haricilere el-Şurat da denmekteydi[81]. "Satan" anlamına gelen sözcük genelde Haricilerin kendileri için kullandıkları bir isimdi ve Allah'a ve Allah'ın yoluna ruhlarını sattıkları, verdikleri anlamını ima etmekteydi[81]. Bu ilk dönem Haricilerinin büyük bir çoğunluğu Bedevilerden oluşmaktaydı[81]. Muaviye'ye karşıt eylem hazırlığında olan Ali Haricileri kendisiyle birlikte savaşmaya çağırmış fakat olumsuz yanıt almıştır. Nitekim daha sonra gerçekleşen Nehvahan Savaşı'nda Ali taraftarları ve Hariciler savaşmıştır. Bu savaşta Hariciler ezici bir yenilgiyle karşılaşmış ve büyük kayıplar vermişlerdir[81][80]. Nitekim bu savaş sonucunda Ali'nin taraftarları ile Hariciler arasındaki ayrılık iyice keskinleşmiştir ki Ali'nin ölümü de Harici İbn Mülcem'in onu katletmesi sonucu gerçekleşmiştir[80]. Hariciler, Ali'nin ve Ali taraftarlarının yenilgisinden sonra başa geçen Emevilere karşı büyük saldırılar gerçekleştirmişler, zaman zaman belirli bölgelerin kontrollerini ele geçirmişler hatta kısa bir süreliğine Mekke ve Medine'yi de ele geçirmişler, zaman içinde geniş ordulara sahip olmuşlardır. Bu dönemlerde en yaygın ve geniş kitle Ezarika ve İbadiyye idi; özellikle Emevilerin çöküşe geçtiği dönemde Harici saldırıları güçlenmiş ve sıklaşmış, İbadiyye kolu bu saldırılarda başı çekmiştir[81]. Devletin başına Abbasiler geçtikten sonra da Harici isyan ve saldırıları devam etmiştir. Hariciler kendi içlerinde birçok kola bölünmüşlerdir. Bu kollardan bir dönem en büyük çoğunluğa da sahip olan ve en aşırısı sayılan Ezarika, Harici tarihinde önemli bir yere sahiptir. Bu kolun isim babası ve taraftarlarının takipçisi olduğu kişi Nafi bin el-Ezrak'tır. Ezarika kolundan olan Hariciler, Harici olmayan tüm Müslümanları, çocuklar dâhil, katletmenin helal olduğuna inanırlardı[81]. Diğer büyük Harici kolu sayılan ve bugüne kadar varlığını kitlesel bir şekilde sürdürebilmiş tek Harici kolu olan İbadiyye[81][80] ise Ezarika'ya oranla daha ılımlı olduğu gibi Ehl-i Sünnet'e de diğer kollara oranla daha yakındır. Bugün İbadiyye özellikle Umman'da yoğun olarak bulunmaktadırlar[82]. Umman dışında, Kuzey Afrika ve Zengibar'da da bulunmaktadırlar[81]. Harici inanışı itikadî meselelerde Sünni ve Şia'ya oranla farklılıklar içerir. Örneğin Harici inanışında şeriatın bir emrine uymamak veya şeriatta yeniliğe gitmek büyük bir günah sayıldığı gibi bu günah sebebiyle kişinin küfre girdiğine ve tövbe etmesi gerektiğine yoksa bir kâfir olarak ölmüş olacağına ve (birçok Harici mezhebine göre) katlinin helal olacağına inanılır[81]. Buradan hareketle üçüncü halife Osman bin Affan'ın katillerini temiz görmüşler, Ebu Bekir ve Ömer ibn Hattab'in ise hilafetlerini kabul etmişlerdir[81]. Şeriatı sıkı bir şekilde takip etmeye çalışıp, ibadete büyük önem verirler[83]. İlk itikat mezhepleri arasında ihtilafın yaşanmasına konu olan kader konusunda her ne kadar kadere inanmış olsalar da, Eş'ariyye'nin kurucusu el-Eş'ari, Mu'tezile'nin görüşünü benimsediklerini rivayet etmiştir[81]. Kader konusu özellikle İbadiyye mezhebi arasında tartışma konusu olmuştur. Ebu Ubeyde'nin imam olduğu dönemde, İbadiyye mezhebinde kader konusu tartışılmış, Ebu Ubeyde Allah'ın her şeyi bildiği her şeye gücünün yettiğini fakat kişilerin eylemlerini ve olayları belirleyen olmadığını, kişilerin bunları kendi iradeleriyle belirlediğini ilan etmiştir[81] . İnanç mezhepleri veya İtikadi mezhepler kategorisi, diğerlerine oranla daha geniş olmakla birlikte, bir mezhep olarak tanımlanabilecek kadar gelişmiş olan beş mezhep, genelde bu kategoride zikredilir: Mürcie, Mutezile, Eşarilik, Matüridilik ve Selefilik. Bunların dışında Cebriyye ve Müşebbihe ile Mücessime gibi mezhepler de bulunur; bununla birlikte bu mezhepler görece çok daha küçüktür ve birçoğu, bugün varlığını koruyan temel siyasî mezhepler olan, Sünnilik ve Şia tarafından İslam dışı kabul edilir[84]. Bu mezheplerden ilki sayılan Mürcie diğer gruplar tarafından, imanlı kişinin günahının önemli olmadığını öne sürmesi başta olmak üzere çeşitli itikadi görüşleri sebebiyle Müslümanların çoğunluğu ve diğer mezheplerce İslam dışı kabul edilir. Mürcie isminin kökeni "ertelemek", "umut vermek" anlamlarına gelen irca köküdür[85][86][87]. Nitekim bu hareket ilk kez Osman'ın halifeliği sırasında, iç çekişmeler ve gerilimler yaşanmaya başlayınca çıkmış ve dünyada kişilerin yaptıkları kötülüklerin veya büyük günah işleyenlerin hesabını öteki dünyaya (ahirete) bırakma, erteleme fikrinden köken almıştır[85][86]. Ayrıca Mürcie mezhebinin ana görüşü olan imanlı kişinin hangi günahı işlerse işlesin azap görmeyeceği ve günahlarının imanının yanında bir etkisinin olmadığı inancı[87] da isimlerinin kökeni olan "irca"nın "umut vermek" anlamıyla ilişkilendirilebilir[85]. Başlarda Mürcie mezhebi Osman ve Ali gibi kişilerin Hariciler tarafından kâfir olarak görülmesine karşı bir tepki olarak doğmuştu ve günahın etkisiz olduğu fikrine sahip değildi[85][88]; sadece müminler için sonsuz azap olduğunu reddetmekteydiler ki bu Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğunluğunun da görüşüydü[85]. Bununla birlikte zaman içinde Mürcie bu hususta daha uç bir noktaya gitmiş ve imanlı kişinin günahlarının tamamen önemsiz olduğu fikrini ortaya atmışlardır. Genel olarak Mürcie mezhebi Haricî mezhebinin tam diğer uçtaki aşırı dengi olarak görülmektedir[85][88][87]. Mutezile mezhebi bu mezheplerin arasında en akılcı olandır[89] ve genel olarak Ehl-i Sünnet içerisinde hoş karşılanmaz; tekfir edildiği de olmuştur. Mutezile mezhebi her ne kadar bugün pek yaygın olmasa da, özellikle Abbasiler döneminde güçlenmiştir[89]. Mutezile'de akıl ile nass (örneğin bir ayet) çelişkili durduğunda nass akla uygun olacak şekilde tevil edilir (yorumlanır). Mutezile'nin bu tutumu özellikle gelenekçi akımlardan büyük eleştiri almıştır. Mutezile mezhebine bağlı kişilerin inandıkları belirli esaslar bulunmaktadır, bunların başlıcaları şu beşidir: Tevhit, Adalet, Söz ve tehdit (el-Va'd ve el-Va'id), İki konum arasındaki bir konum (El Menzile beyne'l-menzileteyn) ve iyiliği emretmek-kötülükten men etmek (Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker)[90][89]. Bu beş esasa usûlü'l-hamse denir[89]. Tevhid esası Allah'ın varlığı ve birliği anlamındayken adalet esası kader tartışmasıyla ilgili ve Cebriyye'ye bir tepki olarak doğmuş bir esastır[89]. Buna göre insan fiilerinde tamamen hürdür ve fiilerini, Allah'ın ona bahşettiği bir güçten yararlanarak, kendisi yaratır. Mutezile argümanlarına göre eğer kişinin durumu bu olmasaydı da Allah onun fiilerini yaratmış olsaydı, kişi davranışlarında hür olmasaydı, Allah'ın kişiyi davranışlarından, fiilerinden dolayı cezalandırması adil olmazdı oysa ki İslam anlayışına göre Allah adaletin kaynağıdır[89]. Nitekim bu esasın ismi de buradan doğmuştur. Söz ve tehdit yani Arapça özgün tabiri ile el-Va'd ve el-Va'id ise Mürcie mezhebine tepki olarak ortaya çıkmıştır ve Allah'ın sevap işleyenlere söz verdiği (vaad ettiği) iyiliğin, günah işleyenlere ise tehdit ettiği cezanın gerçekleşeceğini kastetmektedir. Mutezile mezhebinin bu husustaki mantığı Mürcie mezhebinin tam zıddıdır ve şöyle ilerler: eğer kişinin imanı yanında günahları etkisiz olsaydı Allah'ın günahlara karşı insanları azap ile korkutması anlamsız olurdu; bu sebeple Allah'ın vaad ettiği iyilik de ceza da kaçınılmazdır. İki konum arasındaki bir konum esası ise söz ve tehdit esasıyla ilişkilidir; buna göre büyük günah işleyen Mümin tövbe etmeden ölürse azap görür. Bununla birlikte bu kişinin (büyük günah işlemiş Müminin) konumu kâfirlik değildir; bu kişiye fasık denir ve iman ile küfür arasında bir konum olduğuna inanılır nitekim esas da ismini bundan almıştır[90]. Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker yani iyiliği emretmekten ve kötülükten men etmek ise Mu'tezile'de önemli bir yere sahip bir esastır inananların birbirlerine iyiliği tavsiye etmeleri, emretmeleri, kötülükten ise alıkoymaları, men etmeleri anlamına gelmektedir. Mu'tezile'nin bu beş ana esasını ilk ortaya atanın Mutezili düşünür Ebu'l-Huzeyl olduğu düşünülmektedir[90]. Her ne kadar Mutezile bugün ayrı bir itikadi mezhep olarak yaygın olmasa da, önemli Şia kolları, Zeydiyye ve İsnaaşeriyye, Mutezili görüşlerin çoğunluğunu kabul etmiştirler ve bu sebeple itikadda Mutezili bir tavırları vardır[90][89]. Mutezililerin birçoğu fıkıh mezhebi olarak (yani amelde) Hanefi mezhebine bağlıdır[89]. Akla itikadi konularda verilen değer ve akıl bazlı bir metodolojinin itikadi yorumlama ve kararlar için kullanılması hususunda, Selefilik Mutezile'nin tam zıddı konumda bulunan bir itikat mezhebidir. Selefiliğe göre nakillerin zahirî (görünen, sözlük veya terim anlamı) ele alınır ve hiçbir nas tevil edilmez[91]. Takdis, tasdik, aczini itiraf etmek, sükût, imsak, keff ve marifetini ehlini teslim Selefîliğin başlıca esaslarıdır[91]. Aklın itikaddaki yeri hususunda Matüridilik ile Eşarilik bu iki mezhebinde ortasında bir konumda yer alsalar da, Matüridilik akla Eşariliğe oranla daha fazla yer ve ağırlık verir. Ehl-i Sünnet'te en yaygın ve başlıca itikadi mezhepler Matüridilik ve Eşariliktir[92]. Matüridilik özellikle Ebu Hanife'nin itikadi konulardaki görüşlerinden etkilendiği için bazı bilim adamları bu mezhebi Hanefiliğin itikadi açıdan devamı saymışlardır[92]. Kurucusu, mezhebe ismini veren, Ebu Mansur el-Matüridî'dir[92]. Eşariyye veya Eşarilik ise ismini kurucusu olan Ebu Hasan Eş'ari'den almaktadır[93] ve özellikle Mutezileye karşıt bir tepki olarak doğmuştur. Nitekim bu tepki daha sonraları, İslam filozoflarına da kaymış, Eşari kelamcıları ile İslam filozofları arasında önemli tartışmalar yaşanmıştır[93]. Her ne kadar Eşarilik ile Matüridilik birbirlerine benzeseler ve çok yakın olsalarda, özellikle ayrıntılarda ve çeşitli hususlarda birbirlerinden ayrılmıştırlar. Amelde Maliki ve Şafii olanların çoğunluğu Eşariyken Hanbeli ve Hanefi olanların küçük bir kısmı Eşaridir[93]. Fıkıh mezhepleri, İslam hukuku olan fıkhın farklı yorumlanması nedeniyle oluşmuş mezheplerdir. Bunlar temelde itikadî konularla yani inanç esaslarıyla ilgilenmeseler de, İslam hukukunda kullandıkları metodolojiye yakın bir metodolojiyi kullanan çeşitli itikadî mezheplerle yakınlaşmışlar, belirli itikadî fikirleri savunmuşlardır. Nitekim zaman zaman fıkıh âlimleri itikadî eserler de vermiştir; örneğin bir Sünni fıkıh mezhebi olan Hanefîliğin kurucusu konumundaki Ebu Hanife'nin çeşitli itikadî fikirleri bulunmaktadır ve kendisinden sonra gelen bazı itikad, kelam alimleri bu fikirleri kullanmışlardır[94]. Sünni fıkıh mezheplerinin başlıcaları: Hanefîlik, Şafiîlik, Malikîlik ve Hanbelîliktir[95][66][96][97]. Başlıca Şii fıkıh mezhebi ise Caferîliktir (İsnaaşeriyye)[97][98]. Bunların dışında bugün kitlesel anlamda varlığını sürdürmeyen fakat fıkıh meselelerinde tesiri olmuş, tarihî açıdan önemli fıkıh mezhebi de Zahiriyye'dir[99]. Caferîlik ismini Ali bin Ebu Talib'in torunlarından olan fıkıh âlimi Cafer-i Sadık'tan almaktadır. Her ne kadar mezhep genel olarak bir Şii ya da Alevi mezhebi sayılsa da Cafer-i Sadık Sünnilerce önem verilen bir âlimdir. Nitekim kendisi, Sünnilikte önemli bir yere sahip, kendi adlarına ekol bulunan çeşitli fıkıh alimlerine, örneğin Hanefiliğin isim babası Ebu Hanife ondan ilmî açıdan yararlanmıştır. Fıkhî açıdan Caferîlik (veya İsnaaşeriyye) Sünni fıkıh mezhepleriyle benzer kaynaklara ve metodolojilere dayanır. Bununla birlikte özellikle fakihlerin (fıkıh bilginlerinin) ağırlıkları ve önemleri, Sünni mezheplere oranla çok daha önemli bir etki ve yere sahip olmuş, Sünni mezheplerden farklı olarak önemli bir hiyerarşik yapıyı ortaya çıkarmıştır[98]. Sünnî fıkıh okullarından olan Hanefîlik ismini, temel aldığı alim olan Ebu Hanife'den alır[95][96][94] ve bugün dünya çapında en yaygın olan fıkıh mezhebidir[100]. Ebu Hanife'nin metodu akılcı bir yaklaşım izler ve Sünnî fıkıh mezhepleri arasında bir fıkhî yol olarak kıyasa en çok değer veren mezheptir[100][101][98]. Ayrıca fıkıh mezhepleri arasındaki en liberal mezhep olduğu görüşürü yaygındır[100]. Her ne kadar mezhebin kurucusu olarak Ebu Hanife ismi zikredilse de, mezhebin gelişiminde Ebu Hanife'nin iki öğrencisi Ebu Yusuf ve Mu­ham­med bin Ha­san eş-Şeybânî'nin rolleri büyüktür ve bu iki imama birlikte imameyn lakabı takılmıştır[101][94]. Nitekim Hanefîlikte daha sonraları, imameynin ortak görüş belirttiği ve görüşlerinin Ebu Hanife'den farklı olduğu durumlarda, imameynin görüşleri kabul görmüştür[102]. Orta Asya ülkelerinde, Hindistan, Pakistan ve Afganistan gibi ülkelerdeki Sünni nüfusta yaygın olan Hanefilik, ayrıca Orta Doğu'da Türkiye ve Irak gibi ülkelerde de oldukça yaygındır[101]. Malikîlik ismini fıkıh alimi ve hadis alimi (muhaddis) olan Malik bin Enes'den alan bir Sünni fıkıh mezhebidir[95][96]. Temel fıkıh kaynaklarına yaklaşımı Ebu Hanife'ninkine benzemektedir. Her ne kadar re'y ve kıyasla hiç hükmetmediği iddiaları doğru olmasa da, re'y ve kıyası sık kullanmamıştır. Malik icmayı diğer alimlerden daha sık kullanmıştır ve Malikîlikte icma diğer mezheplere oranla daha sık kullanılagelmiştir. Ayrıca sahabe kavli, sahabelerin icraatları ve maslahatlar Malikî mezhebinde diğer mezheplere oranla daha önemli bir kaynak teşkil eder ve daha önemli bir yere sahiptirler. Bugün dört mezhepten üçüncü en büyüğü olan Malikîlik özellikle Kuzey Afrika ve Batı Afrika'da yaygındır[96]. Şafiîlik ismini el-Şafiî (Muhammed bin İdris Kureyşî) isimli fıkıh alimden alan bir Sünnî fıkıh okuludur[95][96]. Gerek Ebu Hanife gerekse Malik'ten (Malik bin Enes) oldukça etkilenmiş olan el-Şafiî aynı zamanda Usûl'ül-Fıkıh yani Fıkıh Usûlü ilminin de kurucusudur[95]. İtikadda Şafiîler Eşariliği takip ederler. Bugün Şafiilik Mısır, Somali, Yemen, Hicaz, Endonezya, Malezya ve Etiyopya gibi birçok ülkede yaygındır[96]. Ayrıca Hindistan'ın bazı bölgelerinde de Sünnî Müslümanlar arasında yaygın bir mezheptir. Sünnî fıkıh mezheplerinden Hanbelîlik adını fıkıh âlimi ve muhaddis Ahmed bin Hanbel'den almaktadır[95][96][103]. Ahmed bin Hanbel aynı zamanda Selefîlik ekolü içinde önemli bir yere sahiptir. Hanbelîlik mantıkî metodolojilere en düşük önemi veren fıkıh mezhebi sayılabilir[98]; nitekim özellikle ilk dönemlerde çoğu akılcı metod ve fikri reddetmişlerdir[103]. Eğer bir hususta Kur'an'da ve sahih hadislerde bir karar bulunmuyorsa sahabe kavline, eğer sahabe arasında bir ihtilaf varsa Kur'an ve Sünnet yönünden en güçlü olan tarafın kararına uyulur. Eğer bunların hiçbiri mümkün değilse fakat zayıf bir hadisin varlığı mümkünse, zayıf hadisi takip edilir. Eğer bu da mümkün değilse, en son çare olarak kıyasa başvurulur. Bugün özellikle Arap yarımadasında yaygın olan mezhep[96] aynı zamanda tarih boyunca farklı ekolleri etkilemiştir. Örneğin çağdaş Vahhabilik hareketi Hanbelîlikten büyük ölçüde etkilenmiştir[96][103]. Bugün müntesibi bulunmayan fakat birçok konuda hâlâ etkilerini sürdüren bir başka fıkıh mezhebi de Zahiriyye'dir[99]. Bazen belirli tarihî dönemler için Sünnî gelenek içerisindeki beşinci fıkıh mezhebi olarak anıldığı da olur. Kurucusu Davûd el-Isbehânî olan mezhep, fıkıhta aklî metodların çoğunluğunu reddetmesi ve nassların (ayet ve hadislerin) görünen anlamlarını (zahirî anlamlarını) temel alması sebebiyle Zahiriyye olarak adlandırılmıştır[99][98]. Mezhebin gelişiminde büyük rol oynamış ve özellikle Endülüs'te yayılmasına sebep olan başlıca alim ise İbn-u Hazm'dır. Her ne kadar etkisini yitirse ve zaman içinde kitlesel varlığını kaybetse de, 20. yüzyılda da çeşitli fıkhî eserleride Zahirî etkisi ve fıkıh anlayışı devam etmiştir[99]. Çeşitli mezhep ve gruplar, bazı âlimlerce mezhep, bazılarınca ayrı bir din bazılarınca ise dinî farklılıklardan ziyade etnik farklılıklarla ayrışmış gruplar olarak kabul edilirler. Zaman zaman bir mezhep olarak ortaya çıkan ayrı gruplar, zaman içinde gelişerek yeni bir din olmuşlar ve İslam'dan ayrılmışlardır. Etnik unsurların ve kültürün mezheplerle ve İslam ile kaynaşması sonucu oluşan gruplara bir örnek bugün Türkiye sınırları içerisinde kalan, Anadolu'daki, Alevîlerdir. Anadolu Alevîleri, İran'daki Alevîler farklı olduğundan İran'dakiler, Şiîliğin bir mezhebi sayılırken Türkiye'deki Alevîlerin ayrı din olarak görenler de vardır ve ayrı bir din mi yoksa bir mezhep mi olduğu tartışma konusudur. Zaman zaman Anadolu ve Balkan Alevîlerinin Şia'nın İsnaaşeriyye kolunun Türkî bir yorumu olarak kabul edildiği iddia edilir. Ana madde: Alevilik Alevîlik, Sünnîlik'ten sonra Türkiye'de en yaygın ikinci mezheptir. Sıklıkla ansiklopedilerde ve bilimsel kaynaklarda Şiiliğin Türkiye'deki bir mezhebi olarak tanımlanır[104]. Çıkış noktası İsnaaşeriyye Şiiliği olmasına rağmen uygulamada ve anlayışta oldukça büyük farklılıklar içerdiği[105] gibi Türk kültür ve geleneklerinden büyük oranda etkilenmiştir; özellikle Alevi büyükleri antik Türk inançlarından, örneğin kamcılıktan, Aleviliğin büyük ölçüde etkilendiği ve çeşitli unsurlar barındırdığını ortaya atmışlardır[104]. Nitekim Batılı kaynaklarda Alevilik, "Türk veya Osmanlı Şiiliği" olarak adlandırılır. Alevî sözcüğünün kökeni Ali bin Ebu Talib'in taraftarı anlamına dayanır ki Şiilikte peygamber sonrası ilâhî bir şekilde seçilmiş olan halifenin Ali olduğu inancı Alevilikte mevcuttur[105]. Bununla birlikte kendine has özelliklerinden ötürü, diğer bazı Alevi olarak adlandırılan gruplar gibi (örneğin Nusayriler), Şiilik ve Sünnilik dışı ayrı bir mezhep olarak da görüldüğü olmuştur[105]. Ek olarak Alevîlik Türk (Orta Asya ve Anadolu)Sufî gelenekleri ve tasavvuf akımlarından büyük oranda etkilemiş, Şii unsurların çoğunluğu tasavvufî kavram ve unsurlarla bütünleşmiştir. Bunların dışında çeşitli Türk ve İslam kültürleri dışı etkilerin ve kökenlerin de olduğu bilim adamlarınca öne sürülmüştür: gnostikler, Zerdüştçülük, Manihaizm (Mani dini) ve panteizm gibi[104]. Aleviliğin tanımlamasında son yıllarda Aleviliği ayrı bir din (veya İslam dışı) gibi görme tartışmaları ortaya çıkmış olduğu gibi[105], bazı bilim adamları Alevileri bir dinî azınlıktan ziyade etnik bir azınlık olarak görmüş ve tanımlamıştırlar[104]. Aleviliğin Türk kültürüyle sık sık bağdaştırılması ve zaman zaman Türk İslamı olarak yorumlanmasının, özellikle Kürt-Alevi etnik grubu bazlı ayrılıkçı hareketlere karşı geliştirildiğini savunan bilim adamları da olmuştur[106]. Alevilik özellikle Bektaşilik ile büyük ölçüde paraleldir ve bugün iki isim sıklıkla birbiri yerine kullanılır[107]. Bununla birlikte Bektaşilik daha ziyade bir tasavvuf tarikatıdır ve temel nitelikleri, özellikleri de tasavvufîdir[104]. Nitekim Aleviliğin Bektaşilikle içiçeliği sonucu birçok tasavvufî öğe, Bektaşî geleneği Aleviliğe dâhil olmuştur. Cem ayinleri, dede, pir ve mürşitlerin eğitiminde kurtuluşa erecek Sufî yolun takip edilmesi[104], her ne kadar her Alevi tarafından sıkıca takip edilmese de, Bektaşilik ile Aleviliğin paylaştığı temel unsurlardandır. Bektaşî-Alevî geleneğinde, tasavvufî unsurlarla bütünleşmiş yolu benimseyenlerle, etnik olarak ilgili gelenekten olanlar arasında ayrım yapılır: Hacı Bektaş'ın yolunu takip eden Bektaşi-Alevilere Yol Evladı tabiri kullanılırken, etnik olarak gelenekten olanlara Bel Evladı tabiri tercih edilir[104]. Alevîler'in ibadet yeri cemevidir[107][106]. Aslen Bektaşî geleneğinde bir tür inisiasyon ritüeli olan cem ayini (ayin-i cem) Alevi ibadetinde çok önemli bir yer tutar[104] ki nitekim liturji açısından İsnaaşeriyye ile Alevilik arasındaki büyük farklılıkların bir göstergesidir[105]. Cem ayinlerinde birçok Şii temelli sembol bulunur: kötü bir sonla karşılaşan imamlar Hüseyin ve Hasan'a atfen oniki mum söndürülür, özellikle oniki imam, Kerbela gibi şeyleri konu edinen nefesler söylenir, ve semah yapılır[104]. Şii ve Sünnilerin genelinden farklı olarak Ramazan ayında oruç tutmazlar[105][107]. Kendileri Muharrem ayının 10'unda, üçüncü imam Hüseyin'in Kerbela'da öldürüldüğü günü oruç tutarak geçirirler[105]. Nitekim Şiiler ve Sünnilerce uygulanan ve Sünnilere ve her iki grup tarafından da İslam'ın şartlarından kabul edilen hac da Aleviler tarafından uygulanmaz. Alevilikteki davranışsal temel ise ünlü bir Alevi deyişiyle şöyle tanımlanmıştır: "eline, diline, beline sahip ol"[104]. Türkiye'de bulunan Şiilerin ve dolayısıyla Alevilerin nüfusunun kaçta kaçını oluşturduğu net olarak bilinmemektedir[108]; bununla birlikte Caferilerin ve Alevilerin toplamda nüfusun %7 ile %30 arasında bir kısmını oluşturduğuna yönelik tahminler ve çalışmalar bulunmaktadır[109]. Bir AB raporuna göre Türkiye'de 15-20 milyon Alevi bulunmaktadır[110]. Birçok Alevi yazara göre de Türkiye'deki Alevi nüfusu, Türkiye toplam nüfusunun üçte biri kadardır ki bu yaklaşık 20 milyon veya üzeri bir rakama işaret eder[111]. Bununla birlikte daha düşük tahminler de yapılmış. Bu tahminlere göre Alevi nüfus daha ziyade 10 veya 12 milyon civarıdır[111]; bununla birlikte nüfusa oranı %10'un altına düşüren, net sayıyı 5 milyon civarında tespit eden başka tahminler de vardır[108]. Alevilik tanımının göreceli yönlerinin bulunmasından dolsyı tüm tahminlerin doğruluk payı olduğu fikrini ortaya atan bilim adamları da olmuştur[108]. Rifaiyye tarikatından zikreden şahısları gösteren bir betimleme. Tasavvuf veya Sufizm bir mezhep olmamakla birlikte, kendisine birçok farklı mezhepte yer bulmuş, çileci, zaman zaman ezoterik, monistik veya panteistik yönleri de olan bir İslam akımıdır. Tasavvuf veya Sufi kelimelerinin kökeni konusunda ihtilaf olduğu gibi ortaya çıkışı hususunda da ihtilaf vardır. Din bilimleri açısından tasavvuf akımının hicrî ikinci yüzyıldan itibaren başladığı özellikle İslam'ın diğer topraklarda yaygınlaşması ve yeni toprakların İslam devletine katılmasıyla birlikte yaygınlaştığı bilinmektedir. Cabir bin Hayyan, Ebu Haşim el-Kûfî ve Abduk es-Sûfî birçok araştırmacı tarafından ilk mutasavvıflardan sayılmışlardır[112][113]. Tasavvuf akımı kendisinden önce ve sonra ortaya çıkan farklı dinî veya mistik akımlardan büyük ölçüde etkilenerek ortaya çıkmıştır[114][115][116]. Nitekim tasavvuf tarihçelerinde, Antik Çağ'dan tanınmış bazı âlim ve düşünürler, özellikle Hindistan ve Mısır'daki gizemci bazı mezhepler ve felsefeler övülmüş, tasavvufla ilişkilendirilmiş bu felsefelerin tasavvufî düşünceyle ortak bir paydada buluştuğu ifade edilmiştir[117]; örneğin, Batı mistiklerinden Pisagor birçok mutasavvıf ve eser tarafından sıklıkla övülmüş, tasavvufla ilişkilendirilmiştir[118]. Hatta tanınmış oryantalist De Lacy O'Leary tasavvufun üzerinde oturduğu temel eylemler, davranışlar ve kavramların İslam'da bulunmadığını ve dışarıdan İslam kültürüne geldiğini iddia etmiştir[119].[120]. Bu fikirler mutasavvıflar arasında bazen kabul görüp, bazen görmemektir. Genelde mutasavvıflar tasavvufî görüşlerin ve kavramların Kur'an temelli olduğunu ve peygamber ile sahabe zamanında olduğuna inanırlar. Tasavvufî düşünce kendi içinde birçok gruba ayrılır ve genelde bu grupların her birine tarikat denir. Tarikatlar genelde düşüncelerinin geçmişini peygamberin zamanında yaşayan Müslümanlardan birine kadar gittiğini iddia eder ve o zamandan günümüze kadar düşüncesel anlamda önderlik etmiş şahısların bir silsilesini oluştururlar. Bazı din bilimciler Batı'daki panteistik düşüncelerle tasavvuftaki ontolojik düşüncelerin benzerliğini savunsa da, birçok mutasavvıf bunu reddetmiştir. Nitekim tasavvufta ontolojik yapı tarikatlar arası farklılık göstermektedir. Sufi şairlerden Muhammed Celaleddin-i Rumî'yi gösteren bir betimleme; Rumî Türkçe yazında sıklıkla sadece saygı ifadesi olan lakabı Mevlânâ olarak anılır. Tasavvufun temelinde sıklıkla, Allah'ın tek olduğu, sadece ilahî anlamda değil varlıksal anlamda da tek olduğu, onun dışında hiçbir varlık bulunmadığı, evrenin ve içindeki canlı cansız her şeyin Allah'ın varlığının bir yansıması olduğu fikri yatar. Bu nokta ve daha sonrasındaki ontolojik anlayış genelde çoğu tasavvufî akımda benzer olsa da, ayrıntılarda farklar büyüktür. Tasavvufta Kur'an'dan hayatın her alanına kadar zahirî (görünen) şeylerin ardında kalan ve daha derin bir anlam olduğu fikri temeldir. Bunun dışında özel bir zühd kavramı vardır ve mutasavvıflar hayata dair zevklerden ruhanî zevklere ulaşabilmek için kaçınmalıdırlar. Yoğun bir çilecilik anlayışı mevcuttur fakat bu çileciliğin tezahürleri tarikattan tarikata farklılaşabilir. Tasavvufta farz ve nafile ibadetlerin dışında uzun toplu veya bireysel zikir önemli bir ibadettir. Ayrıca tasavvufta, kişinin kendisini tasavvufî anlamda geliştirmesi için, bir şeyhe bağlanması şarttır. Tasavvufa göre kişi tasavvufta ilerledikçe çeşitli varlıksal mertebelerden geçer ve sonunda kemâlete erer. Ayrıca beden ve nefis doğaları gereği kötü ve hakir görülür, nefse ve bedensel ihtiyaçlara sıklıkla yenilecek bir düşman, aşılacak bir engel olarak bakılır. Buna göre Allah'ın bir parçası olan ruhun onun varlığındaki farkındalığına kavuşması için bunlar şarttır. Nitekim bu da çileciliğin tasavvuftaki yerinin sebeplerindendir. Ayrıca tasavvufta Allah'a karşı duyulan ve önemli bir yeri olan bir aşk kavramı mevcuttur. Nitekim sıklıkla yapılan ibadetlerin cennet arzusu veya cehennem korkusu yerine bu aşk uğruna yapılması gerektiği vurgulanır. Bu aşk kavramı tasavvuf edebiyatında da kendisine önemli bir yer bulmuştur ve gerek Allah'tan gerekse Muhammed'den tasavvuf edebiyatında sıklıkla sevgili olarak söz edilmiştir. Tasavvuf, özellikle şeyh-mürid ilişkisi ve barındırdığı çeşitli ontolojik fikirler (örneğin vahdet-i vücud) sebebiyle zaman zaman çeşitli din âlimlerince kınanmış ve hatta tekfir edilmiştir. Bu âlimlere bir örnek İbn Teymiye'dir. Bazı İslam âlimleriyle tasavvufî görüşe hak vermiş ve İslam dairesi içinde, saf ve hakikî bir yol olduğunu savunmuş, tasavvufun gelişimine katkılarda bulunmuştur; Gazali bu şahıslara örnek olarak verilebilir. Tasavvufun İslam kültüründeki yeri büyüktür ve gerek Sünnî gerekse Şii topluluklarda önemli bir yer tutar. Tasavvuf edebiyatı ve musikîsi İslam kültüründe önemli bir rol oynamıştır. Tarih boyunca birçok tanınmış mutasavvıf şair vardır ve gerek tasavvuf edebiyatı gerekse Doğu edebiyatında önemli bir yere sahiptirler. Bunlara Celaleddin-i Rumî, Şeyh Galib, Feridüddin Attar, Hâfız, Sadi Şirazi, İbn Ferid ve Yunus Emre gibi isimler örnek olarak verilebilir. İslam dini, 1.3 - 1.5 milyar inananıyla Hristiyanlık'tan sonra dünyanın en yaygın ikinci dinidir.[121] Dünyadaki Müslümanların çoğu Ortadoğu'da, Afrika'nın ortasında ve kuzeyinde, Asya'nın batısı ve güneydoğusunda ve Balkanlar'da yaşamaktadır. Ayrıca Avrupa, Avustralya ve Amerika gibi diğer kıtalarda da on milyonlarca Müslüman yaşamaktadır. Nüfusunun yaklaşık %99.8'i Müslüman olan Türkiye, Müslüman nüfusun tüm nüfusa oranı bakımından dünya birincisidir.[122] Endonezya, sayısal açıdan dünyanın en fazla Müslüman nüfusa sahip ülkesidir[123]. 237.5 milyon nüfusa sahip Endonezya'nın nüfusunun %85-90'ı Müslümandır[124][123]. Hindistan ise sayısal açıdan dünyanın en büyük Müslüman azınlık nüfusunun (138 Milyon[125]) yaşadığı ülkedir. 11. yüzyıl dolaylarından kalma, el-Biruni tarafından yapılmış ve Ay'ın farklı evrelerini gösteren bir çizim. Yaklaşık 1200 yılından kalma, gözün anatomisini anlatan bir çizim. İslam'ın yoğun bir şekilde yayıldığı ve İslam devletlerinin yükselişte olduğu İslam'ın altın çağlarında İslam topraklarında birçok bilim adamı yetişmiş ve bilimsel faaliyetler çok yoğunlaşmıştır[126]. Bilim anlamına ve İslam kültüründe önemli bir yere sahip olan özgün terim ilmdir[127][126] ki bu sözcük Türkçede de bilim anlamında, ilim şeklinde, eskimiş olsa da, yer almaktadır[128]. İlm terimi aslında "bilgi" anlamında da kullanılır. Her iki anlamı da İslam ile bütünleşmiştir ki nitekim İslam literatüründe ve zaman içinde İslam tarihinde İslam öncesi ve ilk vahyin geldiği döneme Cahiliyye Devri (veya Cahiliyye Dönemi) denir. İslam devletlerinde ortaya çıkan bilimsel anlayışlara, bulgulara ve bilim adamlarının bütüne zaman zaman İslamî bilimler dendiği olur; bununla tam olarak neyin kastedildiği zaman zaman tartışma konusu olmuş olsa da genel olarak Müslümanlar tarafından yapılan bilimsel çalışmaların bütünü anlamındadır[127]. İslamî bilimsel çalışmalar ve bilim adamları, Arap bilimsel çalışmalar ve bilim adamları olarak görülmemelidir; her ne kadar ortak dilleri Arapça olsa da bu dönemdeki bilimsel çalışmaları yapan kişiler birçok farklı etnik gruptan gelmekteydi ve ortak noktaları etnisiteden ziyade İslam devletlerinde yaşayan Müslümanlar olmalarıydı[129]. el-Cezeri'nin tasarladığı otomatik su kaldırmaya yaran bir (otomat) icadın betimlemesi; yaklaşık 1205 yılından kalma. İslamî bilimsel gelişmeler ve bilim tarihinde Yunan filozoflarının eserlerinin İslam kültürüne girişi ve çevrilmesi önemli bir yer tutar ve 8. yüzyılda gerçekleşmiştir[127][130][129][131][132][133]. Nitekim daha sonra Batılı kaynaklar bu filozofların birçoğunun unutulmuş veya kaybolmuş eserlerini İslam devletlerinde bu eserlerin varlıklarını sürdürmeleri sayesinde keşfetmiş olduğu gibi Müslüman bilim adamlarınca bu bilgiler ışığında ortaya konan bilimsel yenilik ve keşifleri de tanıma fırsatı bulmuştur[127][126][131][132]. Yunan filozoflarının eserlerinden büyük ölçüde etkilenen ve diğer bazı dış faktörlerden de beslenen bir İslam felsefesi ve bilimleri geleneği oluşmuştur[130][129][134]. Farabi[135], İbn-i Sina[136] ve İbn-i Rüşd[137] tanınmış ve önemli İslam filozoflarındandır[131]. İslam felsefesi içinde birçok akım oluşmuştur, bunların bazısı İslam'ın ana hatlarını kabul ederken bir kısmı reddetmiştir; örneğin materyalist bir felsefeyi savunan Maddeciler veya Dehriyyûn Tanrı'nın varlığını reddederlerdi[138]. Bununla birlikte, İslam felsefesi içerisinde oluşan akımların büyük bir kısmı İslamî temelleri benimsemiş, İslam ile Yunan filozoflarının görüşlerini kaynaştırmaya ve uzlaştırmaya çalışmıştır. Bu açıdan çıkan en büyük ve en çok tartışma yaratan meselelerden bazıları ahiretin salt ruhanî mi yoksa bedensel de mi olacağı, evrenin ezelî olup olmadığı ve dolayısıyla creatio ex nihilo (Tanrı'nın "yoktan var etmesi") gibi meselelerdir[131]. Akılcı ve dış etkilerden etkilenen bir başka akım da kelam yani İslam teolojisidir[127][130]. Bununla birlikte zaman içinde İslam filozofları ve kelam âlimleri ayrışmış ve sıklıkla tartışmalarda karşıt taraflarda bulunmuşlardır; İslam filozofları Yunan filozofların eserlerini ve görüşlerini İslamî bir temelde ele alıp, çeşitli nassları tevil ederken kelam âlimleri daha geleneksel bir yolu edinmiş, Yunan filozoflarının görüşlerini ikinci plana itmişlerdir[131]. Özellikle Eşari kelamcıları bu konuda ileriye gitmiş ve bilimsel nedenselliği reddetmiştir[131]. Gerek Kur'an'da kişilere düşünmeyi nasihat eden ayetlerin bulunması, gerekse ilmi öven hadislerin bulunması[127], İslam'da genel olarak akıl ile dinin birbiriyle karşıt olmadığı fikri[126], fetihlerin de ardından zenginleşen ve yayılan İslam devletlerinde bilimsel gelişme buluşların artmasına sebebiyet vermiştir. Bu sebeple, Orta Çağ başta olmak üzere, çeşitli dönemlerde İslam devletlerinde önemli bilim adamları yetişmiştir. Bunlardan birkaçı şunlardır: İbn el-Heysem, Ebu Reyhan el-Biruni, İbn-i Nefis, İbn Bace, İbn Tufeyl, Harezmi, Cabir bin Hayyan, Ömer Hayyam, Cezeri, İbn Haldun, Nasîrüddin Tûsî ve Takiyüddin[130][129]. Batı bilim tarihinde bu bilim adamların birçoğunun buluşları daha sonradan tanınmıştır[130]. Bu Müslüman bilim adamlarının buluşları ve çalışmaları çok çeşitliydi ve felsefeden, matematiğe, matematikten tıbba, tıptan hukuka, hukuktan astronomiye, astronomiden sosyolojiye kadar çok çeşitli ve geniş bir alanda, birçok farklı dilim dalını kapsayacak şekildeydi[127][130]. Selimiye Camisinin kubbesinin içi; Edirne, Türkiye. İslamî sanatlarda dekoratif sanatlar çok önemli bir yer tutar. İslamî sanatlar İslam kültürünün büyük bir bölümünü oluştururlar[139]. İslamî sanat(lar) terimi görece yeni bir terimdir ve genel olarak modern bir kavram olarak ele alınabilir[139]. Terim ile kastedilen İslam topraklarında üretilen, İslam kültürünün izini taşıyan sanat eserleridir; eserlerin illâ ki Müslüman için veya Müslümanlar tarafından yapılmış olması gerekmez[139]. Nitekim birçok Hindu, Hristiyan ve Yahudi sanatçılar İslamî sanat eserleri verdikleri gibi, Müslümanlar tarafından yapılan bazı sanat eserlerinin alıcıları, sahipleri gayrimüslimdir[139]. Zaman zaman tarihî İslamî sanat eserleri ve sanatçılar çağdaş zamanlarda dinîden ziyade millî sanat açısından değerlendirilmiştirler; bununla birlikte bu genelde yanlış bulunur zira İslamî sanatlarda tarih boyunca ortak olan değer ve vurgu İslamdır ve sanatlar birçok etnik grubun katkısının sonucu olarak ortaya çıkmışlardır[139]. Nitekim o dönemlerde İslam topraklarında bulunan vatandaşların da ayırıcı özelliği etnik gruplarından ziyade dinleriydi ve bu sebeple de bugün birçok tarihî İslamî sanatçının yaşadığı toprağa bakarak etnik kökenini bilmek çok zordur[139]. İslam itikadındaki Allah inancında antropomorfizme yer verilmemesi ve buna kesin bir şekilde karşı çıkışı, Allah'ın sureti olmadığı için betimlenemeyecek olduğu inancı Hristiyanlıktakine benzer bir ikona ve dinî resim geleneğinin oluşmasını engellemiştir[139]. Ayrıca İslam'da peygamberlere ilâhî özelliklerin izafe edilmemesi peygamberlerin de betimlenmesini dinî anlamda büyük ölçüde gereksiz kılmıştır[139][139]. Ek olarak İslam'ın putperestliğe karşıt oluşu ve Kur'an'da putperestliğin şiddetli bir şekilde reddedilmesi özellikle heykel gibi sanatlara Müslümanların, özellikle de aktif pagan putperestliğinin devam ettiği çağlarda, mesafeli durmasına sebep olmuştur[140]. Bununla birlikte Kur'an'da heykel sanatına veya insan (peygamberler dahil) suretlerinin betimlenmesine, tapınmak yani putperestlik için yapılmadıkları sürece, karşıt bir ayet bulunmaz[139]. Nitekim sonraki yüzyıllarda özellikle yeni fethedilen topraklarda var olan sanat gelenekleri ile İslam'daki kavram ve sembollerin kaynaşması sonucu, özellikle İran bölgesinde, gerek Muhammed gerekse diğer peygamberleri betimleyen görsel eserler de, nadir de olsalar, yapılmışlardır[141] ve figüratif betimleme yedinci yüzyılın ilk dönemlerine kadar pek de sorunsal olmamıştır[139]. Bununla birlikte özellikle peygamberin betimlemeleri dinî bir bağlamda değil de tarihî bir bağlamda yapılmıştır[139]. Batı'da sanatın önder türleri resim ve heykelken, İslam'da bu formlar yukarıda belirtilen sebeplerin de etkisiyle benimsenememiştir[139]. Bunun yerine ahşap, metal işlemeciliği, dekoratif sanatlar, seramik ve cam sanatları ile ciltleme ve hat sanatları büyük yer ve öneme sahiptir[140][139]. Süsleme sanatlarında özellikle geometrik ve simetrik motifler sıklıkla yer almıştır[139][142]. 1507'den kalma bir minyatür. Betimlenen Leylâ ile Mecnun hikâyesinden Mecnun'dur. El Hamra Sarayı, Granada, İspanya. Gerçekçi suret betimlemesinden uzak duran İslam sanatı, daha hayalcî bir tarza sahip olan minyatür sanatını geliştirmiştir. Gerek açı, gerekse özgün stilleriyle minyatür sanatı farklı bir görsel sanat dalıdır ve İslam sanatında büyük yer tutar, başlıca figüratif sanattır[141]. Buna ek olarak, İslam'da önemli bir yer tutan yazıyı baz alan güzel sanat türü, hüsn-ü hat, yani hat sanatı İslam toplumundaki suret karşıtlığından da yararlanarak büyük ölçüde gelişmiştir[139][139][143]. Hat sanatında birçok tarz ve üstat geliştiği gibi, farklı İslam devletlerinde, Arap alfabesini kullanan farklı dillerde, daha farklılaşmış stiller ortaya çıkmıştır[143][144]. Hat sanatı gelişiminde zaman zaman soyut da olsa figüratif özellikler de kazanmıştır; örneğin zoomorfik hat eserlerine sıklıkla rastlanır[144]. Özellikle hat sanatıyla birlikte anılan tezhip sanatı dekoratif bir sanat olarak öne çıkmış, Kur'an nüshalarının oluşturulmasında hat ile birlikte dekoratif ve estetik açıdan önemli bir yere sahip olmuştur. Gerek ciltcilik gerekse süsleme açısından en güzel örnekleri sunan Kur'an nüshaları olmuştur[139]. Kur'an nüshalarında hat ve tezhibe sıklıkla rastlanırken, figüratif dekorasyonlara ve betimlemelere rastlanmaz[140][139]. Bunun yerine minyatür gibi figüratif betimlemeler destan ve manzum hikâyelerin nüshalarında sıklıkla kullanılmıştır[140][139]. Sultan Ahmet Camisinin gece görünümü, İstanbul, Türkiye. Bunlara ek olarak İslam sanatında mimari önemli bir yere sahiptir. İlk dönemlerde (gerek İslam öncesi ve İslam'ın ortaya çıktığı dönemlerde) İslam'ın geliştiği merkezler olan Mekke ve Medine'de mimari açıdan gelişmemiş şehirlerdi[145]. Özellikle İslam devletinin yönetiminin saltanata geçişinden sonra, yapılan fetihlerle de mimariye olan ilgi artmış[145], zaman içinde farklı toprakların mimarisinden de etkilenerek farklı mimari stillerde camiler, mescitler, medreseler, saraylar, köprüler ve kervansaraylar yapılmaya başlanmıştır[145]. İslam’a has ibadet yeri olan camilerin mimarisi özellikle İslam mimarisi içerisinde önemli bir rol oynamıştır[146]; ilk fethedilen topraklarda, özellikle Suriye'de, kiliseler camiilere çevrilmişken daha sonra fethedilen yeni topraklarda ve kurulan yeni şehirlerde Müslüman camiler inşa etmeye başlamışlardır[145]. Farklı iklimlerden ve etnik kültürlerden etkilenerek camii mimarisi bölgeden bölgeye farklılık gösterir[145][146]. Bu tip (cami, medrese vs.) dinî mekânların mimarisinde suret betimlemesine pek yer verilmez[140][139], bunun yerine dekoratif, sık sık geometrik ve arabesk türde süslemeler mevcuttur[140][139][145]. Bununla birlikte dinî olmayan seküler mekânların mimarisinde suret betimlemelerine yer verilmiştir; örneğin özellikle eski hamamlarda ve saraylarda buna rastlanır[140][139][145]. Bununla birlikte seküler mekânlar zaman içinde dinî mekânlar kadar iyi korunmamıştır[139]. Tekstil bazlı sanatlar da İslamî sanatlar açısından önemli bir yere sahiptirler[140][139]. Ticari açıdan da büyük bir gelir kapısı oluşturan tekstil üretimi çok gelişmişti ve çok çeşitli ham maddeler kullanmaktaydı[140][139]. Halılardan çok amaçlı kumaşlara, tülbentlere kadar birçok farklı tekstil ürünü[140] farklı tarz ve tekniklerle dokunarak hazırlanır,önemli bir kısmı ithal edilirdi. Nitekim Orta Çağ'da kiliselerde azizlerin kemiklerinin sarılıp saklandığı işlemeli kumaşların çoğunluğu İslam topraklarından gelmekteydi ve bugün varlığını sürdüren bu kumaşlar o dönemlerdeki İslam kumaş sanatlarının güzel örneklerini oluşturmaktadır[139]. * Bu sayfa son olarak 16:46, 3 Eylül 2008 tarihinde güncellenmiştir. * Metin GNU Özgür Belgeleme Lisansı kapsamındadır. (Telif hakkı detayları) Güneş Sistemi Vikipedi, özgür ansiklopedi Güneş Sistemi'ndeki gezegenler ve cüce gezegenler (24 Ağustos 2006'dan sonraki durum). Büyüklükler ölçekli olmakla birlikte Güneş'e olan uzaklıklar ölçekli değildir. Güneş Sistemi; Güneş'ten ve onun çekim etkisi altında kalan sekiz gezegen ve onların bilinen 166 uydusundan[1], üç cüce gezegenden (Ceres, Plüton, Eris ile onların bilinen dört uydusu), ve milyarlarca küçük gökcisminden oluşur. Küçük cisimler kategorisine asteroitler, Kuiper kuşağı nesneleri, kuyrukluyıldızlar, göktaşları ve gezegenlerarası toz girer. Güneş Sistemi; Güneş, dört yerbenzeri iç gezegen, küçük taş asteroitlerden oluşan bir asteroit kuşağı, dört gaz devi dış gezegen, ve Kuiper kuşağı denen buzsu cisimlerden oluşan ikinci bir kuşaktan ibarettir. Kuiper kuşağının ötesinde ise seyrek disk, gündurgun (heliopause) ve en son olarak da varsayımsal Oort bulutu bulunur. Güneş'ten olan uzaklıklarına göre gezegenler sırasıyla Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs, ve Neptün'dür. Bu sekiz gezegenin altısının çevresinde doğal uydular döner. Ayrıca dış gezegenlerin her birinin toz ve diğer parçacıklardan oluşan bir gezegen kuşağı vardır. Dünya dışındaki tüm gezegenler adlarını Yunan-Roma mitolojisi tanrılarından alır. Üç cüce gezegen Kuiper kuşağında en büyük cisim olan Plüton, asteroit kuşağındaki en büyük cisim olan Ceres ve seyrek diskte yer alan ve diğer ikisinden daha büyük olan Eris'tir. Güneş'in yörüngesinde dönen cisimler üçe ayrılır: Gezegenler, cüce gezegenler ve Güneş Sistemi küçük gökcisimleri. Güneş'in çevresinde dönen, kendine küresel bir biçim verecek kadar kütlesi olan ve yörüngesinin yakın çevresini (doğal uyduları dışında) temizlemiş gökcisimlerine gezegen denir. Bilinen sekiz gezegen vardır: Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün. 24 Ağustos 2006'da Uluslararası Astronomi Birliği (IAU), Plüton'u dışarıda bırakarak ilk defa "gezegen" terimini tanımladı. Plüton ile birlikte, Eris ve Ceres yeni bir kategori olan cüce gezegen olarak tanımlandı.[2] Cüce gezegenler, yörüngeleri etrafındaki diğer cisimleri temizleyecek yerçekimsel güce sahip olmayan gökcisimleridir. Cüce gezegen olarak sınıflandırılma ihtimali olan diğer gökcisimleri Sedna, Orcus, ve Quaoar'dur. Plüton 1930 yılında keşfinden, 2006 yılına kadar geçen sürede Güneş Sistemi'nin dokuzuncu gezegeni olarak kabul edilmiştir. Ancak 20. yüzyılın sonlarında ve 21. yüzyılın başlarında Plüton'a benzer birçok gökcismi keşfedilmiştir, aralarında en çok dikkati çeken Plüton'dan birazcık daha büyük olan Eris'tir. Bunların dışında kalan ve Güneş'in çevresinde dönen gökcisimlerine Güneş Sistemi küçük gökcisimleri denir.[3] Doğal uydular ya da aylar Güneş'in çevresinde değil de gezegenlerin, cüce gezegenlerin ya da Güneş Sistemi küçük gökcisimlerinin çevresinde dönen gökcisimleridir. Bir gezegenin Güneş'ten olan uzaklığı kendi yılı boyunca değişir. Güneş'e en çok yaklaştığı duruma günberi, en uzak olduğu duruma da günöte denir. Gökbilimciler, Güneş Sistemi içindeki uzaklıkları genellikle gök birimi (GB) ile ölçer. Bir GB, Güneş ile Dünya arasındaki yaklaşık uzaklıktır ve kabaca 149.598.000 km.'dir. Plüton Güneş'ten yaklaşık 38 GB uzaktayken Jüpiter kabaca 5,2 GB uzaklıktadır. Yıldızlararası uzaklık birimlerinin en bilineni olan bir ışık yılı kabaca 63.240 GB'dir. Güneş Sistemi bazen gayri resmi olarak farklı bölgelere ayrılır. İç Güneş Sistemi dört yerbenzeri gezegenden ve asteroit kuşağından oluşur. Bazıları dış Güneş Sistemi tanımını asteroitlerin ötesindeki her şey olarak yapar.[4] Diğerleri ise dört gaz devini "orta bölge" olarak tanımlayıp dış Güneş Sistemini Neptün ötesi bölge olarak nitelendirir.[5] Clementine uzay sondasından çekilen ve Ay'ın ardından gelen günışığıyla görünen tutulum çemberi. Soldan sağa: Merkür, Mars, Satürn. Güneş Sistemi'nin asıl bileşeni elbetteki sistemin bilinen kütlesinin % 99,86'sını oluşturan ve çekim kuvveti ile sistemi bir arada tutan ana dizide yeralan G2V tipi bir sarı cüce olan Güneş'tir.[6] Sistemin kalan kütlesinin % 90'ından fazlasını da yalnızca Güneş'in çevresinde dönen en büyük iki gökcismi olan Jüpiter ve Satürn oluşturur. Güneş'in çevresinde dönen büyük gökcisimlerinin çoğu Dünya'nın yörüngesinin tutulum adı verilen düzleminde bulunur. Gezegenler tutuluma çok yakın bulunurken kuyruklu yıldızlar ve Kuiper kuşağı gökcisimleri tutulum çemberi ile büyük açılar yapar. Güneş Sistemi'nde bulunan gökcisimlerinin ölçekli yörüngeleri. (Sol üstten başlayarak saat yönünde) Gezegenlerin hepsi ve diğer gökcisimlerinin çoğu, Güneş'in kuzey kutbunun üzerindeki bir noktasından bakıldığında, Güneş'in çevresindeki yörüngede saat yönünün tersine dönmektedir. Ancak Halley kuyruklu yıldızı gibi istisnalar bulunur. Gökcisimleri Güneş'in çevresinde Kepler yasalarına uygun olarak devinirler. Her gökcismi, odak noktalarından birinde Güneş'in bulunduğu yaklaşık bir elips yörünge üzerinde hareket eder. Güneş'e daha yakın olan gökcisimleri daha hızlı hareket eder. Gezegenlerin yörüngeleri hemen hemen daireseldir ama birçok kuyruklu yıldız, asteroit ve Kuiper kuşağı gökcisimleri oldukça dar eliptik yörüngeler izler. Güneş Sistemi gösterimlerinde çok büyük uzaklıkları tasvir etme zorluğuna karşı, yörüngeler genellikle eşit uzaklıkta gösterilir. Gerçekte, birkaç istisna dışında bir gezegen ya da kuşağın Güneş'e olan uzaklığı arttıkça bir önceki yörünge ile olan uzaklığı da büyür. Örneğin Venüs, Merkür'den 0,33 GB daha dışarıdadır, Satürn ise Jüpiter'den 4,3 GB daha uzaktadır. Neptün de Uranüs'ten 10,5 GB daha uzaktadır. Bu yörünge uzaklıkları arasında bağıntı kurmaya çalışan Titius-Bode yasası gibi bazı girişimler olmuş ama kabul gören bir teori çıkmamıştır. Sanatçı gözüyle gezegen öncesi disk Güneş Sistemi'nin ilk olarak Emanuel Swedenborg[7] tarafından 1734 yılında öne sürülen, daha sonra Immanuel Kant tarafından 1755 yılında genişletilen bulutsu varsayıma uygun olarak oluştuğuna inanılmaktadır. Benzer bir teori Pierre-Simon Laplace tarafından bağımsız olarak 1796'da üretilmiştir.[8] Bu teoriye göre Güneş Sistemi 4,6 milyar yıl önce dev bir moleküler bulutun çökmesi sonucu oluşmuştur. Bu ilk bulutun birkaç ışık yılı genişliğinde olduğu ve birkaç yıldızın doğumuna sebep olduğu sanılmaktadır.[9] Çok eski göktaşlarının incelenmesi sonucunda, ancak çok büyük patlayan yıldızların merkezinde oluşabilecek kimyasal elementlere rastlanması Güneş'in bir yıldız kümesi içinde ve birkaç süpernova patlamasının yakınında oluştuğuna işaret eder. Bu süpernovalardan gelen şok dalgası çevrede bulunan bulutun içinde yüksek yoğunluk bölgeleri oluşturarak iç gaz basıncını yenecek ve içe çöküşe neden olacak kütleçekimsel kuvvetlerin oluşmasına izin vererek Güneş'in oluşmasını tetiklemiş olabilir.[10] Sonradan Güneş Sistemi olacak olan ve güneş öncesi bulutsu olarak bilinen bölge[11] 7.000 ile 20.000 GB çapında[9][12] ve Güneş'in kütlesinden biraz daha fazla bir kütleye sahipti (0,1 ile 0,001 güneş kütlesi kadar).[13] Bulutsu içe doğru çöktükçe açısal momentumun korunması nedeniyle daha da hızlı dönmeye başladı. Bulutsunun içindeki maddeler yoğunlaştıkça içindeki atomlar artan frekanslarla çarpışmaya başladı. Hemen hemen kütlenin tamamının toplandığı merkezin sıcaklığı etrafındaki diske göre giderek daha da arttı.[9] Kütleçekimi, gaz basıncı, manyetik alanlar ve dönüş küçülen bulutsuyu etkiledikçe kabaca 200 GB çapında[9], kendi etrafında dönen gezegen öncesi bir diske dönüştü ve merkezde sıcak ve yoğun bir önyıldız oluştu.[14][15] Güneş'in evriminin bu dönemine benzeyen, genç, birleşme öncesi güneş kütlesine sahip T Tauri yıldızları üzerine yapılan incelemeler sıklıkla gezegen oluşumu öncesi disklerin bu tür yıldızlarla bir arada bulunduğunu gösterir.[13] Bu diskler birkaç yüz gök birimi genişliğe ve en sıcak oldukları noktada ancak bin kelvin sıcaklığa ulaşırlar.[16] Işık yılları genişliğinde, güneşin oluştuğu öncül bulutsuya benzeyen, Orion Bulutsusu'nda gezegen öncesi disklerin Hubble tarafından çekilmiş görseli. Yaklaşık 100 milyon yıl sonra içeri çöken bulutsunun merkezinde bulunan hidrojenin yoğunluğu ve basıncı önyıldızın nükleer füzyona başlamasına yetecek miktara gelmişti. Termal enerjinin kütleçekimsel daralmaya karşı durabildiği hidrostatik dengeye ulaşana kadar bu artış devam etti. İşte bu noktada güneş artık tam bir yıldız olmuştu.[17] Geride kalan gaz ve tozdan ibaret güneş bulutsusundan çeşitli gezegenler oluşmuştur. Bu oluşumun kaynaşma süreciyle olduğuna inanılmaktadır. Kaynaşma; gezegenlerin merkezde yeralan önyıldız çevresinde dönen toz taneleri olarak başlamaları, yavaş yavaş bir ile on metre çapında topaklar hâline gelmeleri, daha sonra çarpışarak 5 km çapında gezegenciklere dönüşmeleri, ve sonraki birkaç milyon yıl boyunca çarpışmalara devam ederek her yıl kabaca 15 cm kadar büyümeleri sürecidir.[18] İç Güneş Sistemi, su ve metan gibi uçucu moleküllerin yoğunlaşmasına izin vermeyecek kadar çok sıcaktı, dolayısıyla oluşan gezegencikler gezegen öncesi diskin yalnızca 0,6% kütlesinden[9] ibaretti ve genel olarak silikatlar ve metaller gibi yüksek erime noktasına sahip olan kimyasal bileşiklerden oluşmuşlardı. Bu kayasal gökcisimleri sonunda yerbenzeri gezegenler oldu. Daha ötelerde Jüpiter'in kütleçekimsel etkisi gezegen öncesi gökcisimlerinin biraraya gelmesini engelledi ve geride asteroit kuşağı kaldı.[19] Daha da ötede, donma hattının gerisinde, daha uçucu olan buzlu bileşiklerin katı kalabileceği yerde, Jüpiter ve Satürn gaz devi hâline geldi. Uranüs ve Neptün daha az madde yakalayabildi ve çekirdeklerinin hidrojen bileşiklerinden oluşan buzdan meydana geldiğine inanıldığı için buz devi olarak bilinirler.[20][21] Sanatçı gözüyle Güneş'in gelecekteki evrimi. Solda ana dizi, ortada kızıl dev, sağda beyaz cüce. Genç Güneş enerji üretmeye başladıktan sonra güneş rüzgârı gezegen öncesi diskte bulunan gaz ve tozu yıldızlararası uzaya doğru gönderdi ve böylece gezegenlerin oluşumunu durdurdu. T Tauri yıldızları daha kararlı ve eski yıldızlara nazaran daha güçlü yıldız rüzgârlarına sahiptir.[22][23] Gökbilimciler Güneş Sisteminin güneş ana diziden uzaklaşmaya başlayıncaya kadar bugünkü hâliyle kalacağını tahmin etmektedir. Güneş hidrojen yakıtını yaktıkça geride kalan yakıtı yakabilmek için giderek ısınır, dolayısıyla da daha hızlı yakmaya devam eder. Sonuç olarak kabaca her 1,1 milyar yılda bir yüzde on oranında parlaklığı artmaktadır.[24] Tahminlere göre bugünden yaklaşık 6,4 milyar yıl sonra Güneş'in çekirdeği o kadar sıcak olacak ki daha az yoğun olan üst katmanlarda da hidrojen kaynaşması oluşmaya başlayacak. Bunun sonunda Güneş şu anki çapının kabaca 100 katı kadar genişleyecek ve bir kızıl dev olacaktır.[25] Sonra da oldukça artmış olan yüzey alanı nedeniyle soğumaya başlayacak ve parlaklığını yitirecektir. En sonunda Güneş'in dış katmanları ayrılacak ve geride olağanüstü derecede yoğun bir gökcismi olan beyaz cüce kalacaktır. Bu beyaz cüce Güneş'in ilk kütlesinin yarısına sahip olacak ancak büyüklüğü dünya kadar olacaktır.[26] Ana madde: Güneş Dünya'dan görünüşüyle Güneş. Güneş, Güneş Sistemi'nin ana yıldızı ve en önemli öğesidir. Büyük kütlesi nükleer kaynaşmayı sürdürmek için yeterince yüksek bir iç yoğunluk sağlar. Nükleer kaynaşma çok büyük miktarlarda enerji açığa çıkarır ve bu enerjinin çoğu görünür ışık gibi elektromanyetik ışımalarla dış uzaya yayılır. Güneş kısmen büyük bir sarı cüce olarak sınıflandırılır ama galaksimizde bulunan diğer yıldızlarla kıyaslandığında bu isim yanıltıcı olabilir çünkü Güneş oldukça büyük ve parlaktır. Yıldızlar, parlaklıkları ve yüzey sıcaklıklarına göre yerleştirildikleri Hertzsprung-Russell diyagramı ile sınıflandırılır. Genel olarak daha sıcak olan yıldızlar daha parlaktır. Bu modele uyan yıldızlar ana diziyi oluşturur ve Güneş ana dizinin tam ortasında yer alır. Ancak Güneş'ten daha parlak ve sıcak yıldızlara az rastlanırken, daha az parlak ve soğuk yıldızlara sıkça rastlanır.[27] Hertzsprung-Russell diyagramı; ana dizi sağ alttan sol üste kadar uzanır. Güneş'in ana dizideki konumunun bir yıldızın yaşamının en güzel dönemi olduğuna inanılmaktadır. Henüz nükleer kaynaşma için kullandığı yakıt olan hidrojen kaynaklarını tüketmemiştir. Güneş gittikçe daha parlaklaşmaktadır, yaşamının başlarında şu ankinden 75% daha az parlaktı.[28] Güneş'in içinde bulunan hidrojen ve helyum oranlarının hesaplanması sonucunda yaşam süresinin yarısında olduğu ortaya çıkmaktadır. Sonunda ana diziden uzaklaşacak ve daha büyük, daha parlak ama daha soğuk olacak, kızıllaşarak yaklaşık beş milyar yıl içinde de kızıl dev hâline gelecektir.[29] Bu noktada parlaklığı şu anki değerinin birkaç bin katı olacaktır. Güneş Öbek I yıldızıdır; yani evrenin gelişiminin son dönemlerinde doğmuştur. Daha yaşlı olan Öbek II yıldızlardan daha fazla miktarda, hidrojen ve helyumdan ağır elementler (gökbilimsel anlamda "metaller") barındırır.[30] Hidrojen ve helyumdan daha ağır olan elementler eski ve patlayan yıldızların çekirdeklerinde oluşmuştur. Yani evrende bu elementlerin bulunabilmesi için ilk kuşak yıldızların ölmesi gerekmiştir. En eski yıldızlarda çok az miktarda metal varken, daha sonra doğan yıldızlarda daha fazla metal vardır. Bu yüksek metallik oranının Güneş'in gezegen sistemi oluşturmasında çok önemli olduğuna inanılmaktadır çünkü gezegenler bu metallerin kaynaşmasından oluşmuştur.[31] Günküresel akım katmanı Güneş, ışığın yanı sıra plazma denen yüklü parçacıklardan oluşan güneş rüzgârını da ışıma yoluyla uzaya yayar. Bu parçacık akımı dışarı doğru saatte yaklaşık 1,5 milyon kilometre hızla yol alır[32] ve günküre denen, Güneş Sistemi'nin içine yaklaşık 100 GB kadar giren seyrek bir atmosfer oluşturur. Buna aynı zamanda gezegenlerarası ortam adı da verilir. Güneş'in 11 yıllık güneş çevrimi, sıklıkla oluşan güneş parlamaları ve koronal kütle atımı günküreyi karıştırarak uzayda bir hava durumu oluşturur.[33] Güneş'in dönen manyetik alanı gezegenlerarası ortamı etkileyerek Güneş Sistemi'nde en büyük yapı olan günküresel akım katmanını oluşturur.[34] Dünya yörüngesinden gözüken güney kutup ışıkları. Dünya'nın manyetik alanı atmosferini, güneş rüzgârı ile etkileşime girmekten korur. Venüs ve Mars'ın manyetik alanı yoktur dolayısıyla da güneş rüzgârı bu gezegenlerin atmosferinin yavaş yavaş uzaya doğru kaçmasına neden olur.[35] Güneş rüzgârının Dünya'nın manyetik alanıyla etkileşime geçmesi sonucunda manyetik kutuplar yakınlarında gözlemlenen kutup ışıkları oluşur. Kozmik ışınlar Güneş Sistemi dışı kaynaklıdır. Günküre Güneş Sistemini kısmen korur, ayrıca gezegenlerin manyetik alanları (eğer varsa) da koruma sağlar. Yıldızlararası ortamda bulunan kozmik ışınların yoğunluğu ve Güneş'in manyetik alanının kuvveti çok uzun zaman dilimleri içinde değişiklik gösterir. Dolayısıyla da Güneş Sistemi içinde kozmik ışıma düzeyi değişiklik gösterir ama bunun ne kadar olduğu bilinmemektedir.[36] Gezegenlerarası ortamda en az iki disk tipi kozmik toz bölgesi bulunur. Birincisi iç Güneş Sistemi'nde yer alan ve zodyak ışıklarına neden olan zodyak toz bulutudur. Büyük bir olasılıkla, gezegenler arasındaki etkileşim nedeniyle asteroit kuşağında meydana gelen çarpışmalar sonucunda oluşmuştur.[37] İkincisi 10 GB ile 40 GB arasında uzanır ve büyük bir olasılıkla Kuiper kuşağında meydana gelen benzer çarpışmalar sonucunda oluşmuştur.[38][39] İç Güneş Sistemi, yerbenzeri gezegenlerin ve asteroit kuşağının bulunduğu bölgeye verilen addır. Asıl olarak silikatlar ve metallerden oluşan bu bölgedeki gökcisimleri Güneş'e oldukça yakındır. Bu bölgenin yarıçapı, Jüpiter ile Satürn arasındaki uzaklıktan küçüktür. Eskiden bu bölgeye iç uzay, asteroit kuşağının ötesindeki bölgeye de dış uzay denmekteydi. İç gezegenler. Soldan sağa: Merkür, Venüs, Dünya, ve Mars (boyutlar ölçeklidir.) Dört iç gezegen yoğun, kayaç bir yapıya sahiptir. Doğal uyduları ya çok azdır, ya da hiç yoktur. Gezegen halkaları bulunmaz. Yüksek ergime noktasına sahip olan minerallerden oluşmuştur. Silikatlar katı taşküreyi ve yarı akışkan mantoyu oluşturur. Demir ve nikel gibi metaller ise gezegenlerin çekirdeğini oluşturur. İç gezegenlerden üçünün (Venüs, Dünya ve Mars) önemli birer atmosferi vardır. Hepsinde göktaşlarının oluşturduğu kraterler ve yanardağlar ile yarık vadiler gibi tektonik yüzey şekilleri bulunur. Merkür Merkür (0,4 GB) Güneş'e en yakın ve en küçük (0,055 Dünya kütlesi) gezegendir. Doğal uydusu yoktur ve göktaşı kraterlerinden başka bilinen tek jeolojik özelliği; büyük bir olasılıkla oluşumunun başlarında geçirdiği büzülme döneminde oluşmuş olan "kırışıklık sırtları"dır.[40] Merkür'ün önemsenmeyecek kadar az olan atmosferi güneş rüzgârı nedeniyle yüzeyinden kopan atomlardan oluşur.[41] Görece büyük demir çekirdeği ve ince mantosu henüz tam olarak açıklanamamıştır. Varsayımlar arasında, büyük bir çarpışma nedeniyle dış katmanlarından kurtulduğu ve genç Güneş'in enerjisi yüzünden tam olarak kaynaşma yoluyla büyüyemediği vardır.[42][43] Venüs Venüs (0,7 GB) boyut olarak Dünya'ya yakındır (0,815 Dünya kütlesi) ve Dünya'ya benzer şekilde demir çekirdeğin çevresinde kalın silikat bir mantosu, önemli ölçüde bir atmosferi vardır, ayrıca iç jeolojik etkinliğin varlığına dair kanıtlar mevcuttur. Ancak Dünya'dan çok daha kurudur ve atmosferi doksan kat daha yoğundur. Venüs'ün doğal uydusu yoktur. Yüzey sıcaklığı 400 °C'nin üzerindedir, muhtemelen atmosferdeki sera gazları miktarının sebep olduğu bu durum Venüs'ü en sıcak gezegen yapar.[44] Günümüzde jeolojik etkinlik olduğuna dair kesin kanıtlar bulunmamakla birlikte, Venüs'ün önemli ölçüde bir atmosferi oluşturacak manyetik alanı olmamasından dolayı, varolan atmosferin ancak volkanik patlamalarla yenilendiği sanılmaktadır.[45] Dünya Dünya (1 GB) iç gezegenlerin içinde en büyük ve en yoğun olandır. Jeolojik etkinliği devam ettiği ve üzerinde yaşam olduğu bilinen tek gezegendir. Sıvı suküresi (hidrosfer) yerbenzeri gezegenler arasında eşsizdir ve levha hareketlerinin gözlemlendiği tek gezegendir. Dünya'nın atmosferi diğer gezegenlerin atmosferlerinden tamamen farklıdır, yaşamın olması nedeniyle 21% serbest oksijen içerecek şekilde değişmiştir.[46] Güneş Sistemi içindeki yerbenzeri gezegenler arasında tek büyük doğal uyduya, Ay'a sahip olan gezegendir. Mars Mars (1,5 GB) Dünya ve Venüs'ten küçüktür (0,107 Dünya kütlesi). Çoğunlukla karbon dioksitten oluşan önemli bir atmosferi vardır. Olympus Mons gibi yanardağlar ve Valles Marineris gibi yarık vadilerle kaplı olan yüzeyi çok yakın zamanlara kadar jeolojik etkinliğin devam ettiğini göstermektedir.[47] Mars'ın iki çok küçük doğal uydusu vardır. Deimos ve Phobos'un Mars'ın çekimine kapılmış olan asteroitler olduğuna inanılır.[48] Ana asteroit kuşağı ve Truvalı asteroitlerin görseli. Asteroitler asıl olarak kaya ve uçucu olmayan minerallerden oluşan küçük, Güneş Sistemi gökcisimleridir. Ana asteroit kuşağı Mars ile Jüpiter arasında, Güneş'ten 2,3 ile 3,3 GB uzaklıktadır. Güneş Sistemi'nin oluşumundan kaldıkları ve Jüpiter'in kütleçekim gücü nedeniyle biraraya gelip bir gezegen oluşturamadıkları düşünülmektedir. Asteroitlerin büyüklüğü birkaç yüz kilometreden mikroskobik boyutlara kadar değişmektedir. En büyükleri olan Ceres dışında hepsi Güneş Sistemi küçük gökcismi olarak sınıflandırılır, ancak Vesta ve Hygiea gibi bazı asteroitler eğer hidrostatik dengeye ulaştıkları kanıtlanırsa cüce gezegen olarak yeniden sınıflandırılabilirler. Asteroit kuşağı içinde çapı bir kilometreyi geçen onbinlerce belki de milyonlarca gökcismi bulunur.[49] Buna rağmen ana asteroit kuşağının toplam kütlesinin Dünya'nın kütlesinin binde birini geçmesi pek olası değildir.[50] Ana kuşak çok yoğun değildir ve uzay sondaları sorunsuz olarak buradan geçebilmektedir. Çapları 10 ile 10-4 m arasında kalan asteroitler göktaşı olarak adlandırılır.[51] Ceres Ceres (2,77 GB) asteroit kuşağı içindeki en büyük gökcismidir ve cüce gezegen olarak sınıflandırılmıştır. Çapı 1000 km'nin biraz altındadır, bu da kendi yerçekiminin küresel bir şekil oluşturabilmesi için yeterlidir. Ceres 19. yüzyılda ilk keşfedildiğinde gezegen olarak düşünülmüş ancak daha sonraları diğer asteroitlerin de ortaya çıkmasıyla 1850'lerde asteroit olarak sınıflanmıştır.[52] 2006 yılında cüce gezegen olarak yeniden sınıflandırılmıştır. Asteroit grupları Ana kuşaktaki asteroitler yörünge özelliklerine göre gruplara ve ailelere ayrılır. Asteroit uydular, daha büyük asteroitlerin etrafında dönen asteroitlerdir. Gezegenlerin uyduları kadar belirgin olarak ayrılamazlar, ve bazen etrafında döndükleri asteroit kadar büyük olurlar. Asteroit kuşağında ayrıca Dünya'nın suyunun kaynağı olabilecek ana kuşak kuyruklu yıldızları da bulunur.[53] Truvalı asteroitler Jüpiter'in Lagrange noktaları olan L4 ve L5 noktalarının (bir gezegenin yörüngesinde kütleçekimsel olarak kararlı bölgeler) her iki yanında yer alır. "Truvalı" terimi ayrıca diğer gezegen ve uyduların Lagrange noktalarında bulunan küçük gökcisimleri içinde kullanılır. Hilda ailesi Jüpiter ile 2:3 yörüngesel rezonans içindedir, yani Jüpiter'in Güneş'in çevresinde döndüğü her iki turda Hilda ailesi asteroitleri üç tur atar. İç Güneş Sistemi içinde ayrıca birçok başıboş asteroit de bulunur. Bunların yörüngeleri iç gezegenlerin yörüngeleri ile kimi zaman çakışır. Güneş Sistemi'nin orta bölgesinde gaz devleri ve bunların gezegen boyutunda uyduları yer alır. Centaurlar gibi birçok kısa dönemli kuyruklu yıldız da bu bölgede bulunur. Bu bölgeye bazen "dış Güneş Sistemi" de denir ancak bu terim son zamanlarda Neptün ötesindeki bölge için kullanılmaktadır. Bu bölgede bulunan katı gökcisimleri iç Güneş Sistemi'nin kayalıklı üyelerinden daha yüksek oranda "buz" içeren (su, amonyak ve metan) bir yapıya sahiptir. Yukarıdan aşağıya: Neptün, Uranüs, Satürn, ve Jüpiter (ölçeksiz). Dört dış gezegen ya da gaz devi Güneş'in çevresindeki yörüngede dönen kütlenin 99%'unu oluşturur. Jüpiter ve Satürn'ün atmosferleri asıl olarak hidrojen ve helyumdan oluşur. Uranüs ve Neptün'ün atmosferlerinde yüksek yüzdelerde su, amonyak ve metan "buz"u bulunur. Bazı gökbilimciler bu iki gezegenin "buz devi" adı verilen başka bir sınıfta değerlendirilmesini önermiştir.[54] Gaz devlerinin dördünün de gezegen halkaları vardır ancak sadece Satürn'ün halkaları Dünya'dan kolaylıkla gözlemlenmektedir. Jüpiter Jüpiter (5,2 GB), diğer gezegenlerin tüm kütlesinin 2,5 katına denk gelen 318 Dünya kütlesiyle en büyük gezegendir. Asıl olarak hidrojen ve helyumdan oluşmuştur. Jüpiter'in kuvvetli iç ısısı atmosferinde bulut kuşakları ve Büyük Kırmızı Leke gibi yarı kalıcı oluşumlara neden olur. Jüpiter'in bilinen altmış üç doğal uydusu vardır. En büyük dört uydusu Ganymede, Callisto, İo, ve Europa yanardağ oluşumu ile içeriden ısınma gibi özellikler bakımından yerbenzeri gezegenler ile benzerlikler gösterir.[55] Güneş Sistemi'nin en büyük doğal uydusu Ganymede Merkür'den daha büyüktür. Satürn Satürn (9,5 GB), geniş halkaları ile tanınır ve atmosferik içeriği gibi çeşitli noktalarda Jüpiter ile benzerlik gösterir. Satürn'ün kütlesi çok daha azdır (95 Dünya kütlesi). Satürn'ün altmış bilinen ve üç tane doğrulanmamış doğal uydusu vardır. Bunların ikisi Titan ve Enceladus buzdan oluşmalarına rağmen volkanik etkinlik gösterir. [56] Titan, Merkür'den daha büyüktür ve Güneş Sistemi'nde önemli bir atmosfere sahip olan tek uydudur. Uranüs Uranüs (19,6 GB), dış gezegenlerin en hafifidir (14 Dünya kütlesi). Gezegenler arasında tutulum çemberi ile doksan derecenin üzerinde açı yapan eksenel eğikliğe sahip tek gezegendir, Güneş'in etrafında yan yatmış olarak döner. Çekirdeği diğer gaz devlerine göre daha soğuktur ve uzaya çok az ısı yayar.[57] Uranüs'ün yirmi yedi bilinen doğal uydusu vardır. Bunlar arasında en büyükleri Titania, Oberon, Umbriel, Ariel ve Miranda'dır. Neptün Neptün (30 GB), Uranüs'ten biraz küçük olmasına rağmen daha ağır (17 Dünya kütlesi) ve yoğundur. Daha fazla iç ısı yaymasına rağmen bu Jüpiter ve Satürn'den daha azdır.[58] Neptün'ün bilinen on üç doğal uydusu vardır. En büyüğü Triton sıvı nitrojenden kaynaçları ile jeolojik olarak etkindir.[59] Triton, geri devimli yörüngeye sahip olduğu bilinen tek doğal uydudur. Ana madde: Kuyruklu yıldız Hale-Bopp kuyruklu yıldızı Kuyruklu yıldızlar, yalnızca birkaç kilometre büyüklüğünde olan, asıl olarak uçucu buzlardan oluşan Güneş Sistemi küçük gökcisimleridir. Oldukça fazla dışmerkezli yörüngeleri bulunur. Genellikle günberileri iç gezegenlerin yörüngeleri yakınında, günöteleri de Plüton'un ötesindedir. Bir kuyruklu yıldız iç Güneş Sistemi'ne girdiğinde Güneş'e yakınlığı nedeniyle buzdan yüzeyleri süblimleşerek iyonize olur ve çıplak gözle görülebilen gaz ve tozdan oluşan uzun kuyruklu yıldız saçını (koma) oluşturur. Kısa periyotlu kuyruklu yıldızlar iki yüz yıldan az süren yörüngelere sahiptir. Uzun periyotlu kuyruklu yıldızların yörüngesi binlerce yıl sürer. Kısa periyotlu kuyruklu yıldızların Kuiper kuşağında, Hale-Bopp kuyruklu yıldızı gibi uzun periyotlu kuyruklu yıldızların da Oort bulutunda doğduklarına inanılır. Kreutz grubu gibi birçok kuyruklu yıldız grubu tek bir ana kuyruklu yıldızın parçalanmasıyla oluşmuştur.[60] Hiperbolik yörüngeye sahip bazı kuyruklu yıldızlar Güneş Sistemi dışından gelmiş olabilir ancak bunların yörüngelerini belirlemek oldukça zordur.[61] Uçucu bileşenlerinin çoğu Güneş'e yaklaştıklarında oluşan ısınma nedeniyle artık tamamen kaybolmuş olan eski kuyruklu yıldızlar sıklıkla asteroit olarak sınıflandırılır.[62] Centaurlar Centaurlar, Jüpiter ile Neptün arasındaki bölgede yörüngede olan, 9 ile 30 GB uzaklıkta bulunan, buzdan oluşan kuyruklu yıldız benzeri gökcisimleridir. Bilinen en büyük centaur 10199 Chariklo'nun çapı 200 ile 250 km arasındadır.[63] İlk keşfedilen centaur 2060 Chiron kuyruklu yıldız olarak adlandırılmıştır çünkü Güneş'e yaklaştıkça kuyruklu yıldızlar gibi bir kuyruk oluşturur.[64] Bazı gökbilimciler centaurları içeri doğru saçılmış Kuiper kuşağı gökcisimleri olarak sınıflandırır.[65] Neptün'ün ötesindeki alan ya da "Neptün ötesi bölge", hâlâ büyük oranda keşfedilmemiş durumdadır. En büyüğü Dünya'nın beşte biri kadar bir çapa ve Ay'dan daha küçük bir kütleye sahip, çoğunlukla kaya ile buzdan oluşmuş, oldukça çok sayıda küçük gezegencikten meydana geldiği görünmektedir. Bu bölge bazen dış Güneş Sistemi olarak ifade edilmekteyse de bazıları bu terimi asteroit kuşağının ötesi için kullanır. Ana madde: Kuiper kuşağı Bilinen tüm Kuiper kuşağı gökcisimlerinin dört dış gezegen ile birlikte görüntüsü. Kuiper kuşağı bölgenin ilk oluşumudur ve asteroit kuşağına benzer şekilde büyük bir enkaz halkasıdır ancak büyük ölçüde buzdan oluşmuştur. Güneş'ten 30 ile 50 GB uzaklıktadır. Bu bölgenin kısa periyotlu kuyruklu yıldızların doğduğu yer olduğu düşünülmektedir. Genel olarak Güneş Sistemi küçük gökcisimlerinden oluşmuştur fakat Quaoar, Varuna, (136108) 2003 EL61, (136472) 2005 FY9 ve Orcus gibi Kuiper kuşağının en büyük cisimleri cüce gezegenler olarak tekrar sınıflandırılabilir. Çapı 50 km'nin üzerinde 100.000'den fazla Kuiper kuşağı gökcismi olduğu tahmin edilmektedir ancak Kuiper kuşağının toplam kütlesinin Dünya'nın kütlesinin onda biri hatta yüzde biri olduğu düşünülmektedir.[66] Birçok Kuiper kuşağı gökcisminin birden fazla doğal uydusu vardır. Çoğunun yörüngesi tutulum çemberinin dışına çıkar. Rezonant ve klasik Kuiper kuşağını gösteren diyagram Kuiper kuşağı kabaca "rezonant" kuşak ve "klasik" kuşak olarak ikiye ayrılabilir. Rezonant kuşak, yörüngesi Neptün'ün yörüngesine bağlı olan gökcisimlerinden oluşur. Örneğin Neptün'ün her üç dönüşü için iki kere dönen ya da her iki dönüşü için bir kere dönen gökcisimleri gibi. Rezonant kuşak aslında Neptün'ün yörüngesi içinde başlar. Klasik kuşakta Neptün ile rezonans hâlinde olmayan gökcisimleri bulunur ve kabaca 39,4 GB ile 47,7 GB arasında yer alır.[67] Klasik Kuiper kuşağının bireyleri ilk keşfedilen üyeleri (15760) 1992 QB1'in isminden ötürü cubewano olarak adlandırılır.[68] Plüton ve Charon Plüton (ortalama 39 GB) cüce gezegeni Kuiper kuşağının bilinen en büyük gökcismidir. 1930 yılında keşfedildiğinde Güneş Sistemi'nin dokuzuncu gezegeni olarak değerlerdirilmişti, 2006 yılında resmî bir gezegen tanımının kabulünden sonra bu değişmiştir. Plüton'un yörüngesi görece dış merkezlidir. Tutulum düzlemiyle 17 derecelik bir açı yapar ve günberide 29,7 GB'den (Neptün'ün yörüngesi içinde) günötede 49,5 GB'ne kadar uzanır. Plüton ve bilinen üç doğal uydusu. Plüton'un en büyük uydusu olan Charon'un gelecekte uydu sınıfında mı kalacağı yoksa cüce gezegen olarak mı sınıflandırılacağı kesinlik kazanmamıştır. Plüton ve Charon yüzeylerinin ötesindeki bir kütle merkezinin etrafındaki yörüngede döner ve bundan dolayı Plüton-Charon bir ikili sistem oluşturur. Daha küçük olan iki doğal uydu Nix ve Hydra Plüton ile Charon'un etrafında döner. Plüton Neptün ile 3:2'lik bir rezonans içinde (Neptün'ün Güneş etrafında her üç dönüşü için Plüton iki kere döner) rezonans kuşağında yer alır. Kuiper kuşağı içinde bu rezonansı paylaşan gökcisimlerine plütinolar denir.[69] Kara: seyrek; mavi: klasik; yeşil: rezonant Seyrek disk Kuiper kuşağı ile örtüşür ama daha da dışarıya doğru uzanır. Seyrek diskte bulunan gökcisimlerinin Kuiper kuşağından geldiğine inanılır. Bu gökcisimleri Neptün'ün oluşum aşamasındaki dışarı doğru hareketi sırasında meydana gelen kütleçekimsel etkiler sonucunda kararsız yörüngelere saçılmışlardır. Seyrek diskteki gökcisimlerinin çoğunun günberisi Kuiper kuşağı içindedir ama günötesi 150 GB kadar uzaktadır. Bu gökcisimlerinin yörüngeleri tutulum düzlemi ile oldukça eğimlidir ve hatta kimi zaman diktir. Bazı gökbilimciler seyrek diskin Kuiper kuşağının bir bölgesi olarak değerlendirir ve buradaki nesneleri "seyrek Kuiper kuşağı nesneleri" olarak tanımlarlar.[70] Eris ve doğal uydusu Dysnomia Eris Eris (ortalama 68 GB) bilinen en büyük seyrek disk gökcismidir. Tahmini 2400 km'lik çapıyla Plüton'dan 5% daha büyük olması nedeniyle bir gezegenin nasıl tanımlanacağı konusundaki tartışmaları başlatmıştır. Bilinen cüce gezegenlerin en büyüğüdür.[71] Tek doğal uydusu Dysnomia'dır. Plüton gibi yörüngesi oldukça dış merkezlidir. Günberisi 38,2 GB (kabaca Plüton'un Güneş'ten uzaklığına eş) ve günötesi 97,6 GB'dir. Voyager günkınına (heliosheath) girerken. Güneş Sistemi'nin bitip yıldızlararası uzayın başladığı nokta tam olarak tanımlanmamıştır, çünkü dış sınırlar iki ayrı kuvvet tarafından, güneş rüzgârı ve Güneş'in kütleçekimi tarafından şekillenir. Güneş rüzgârının yaklaşık olarak Plüton'un uzaklığının dört katı kadar uzaklıkta yıldızlararası ortama yenik düştüğüne inanılır. Ancak Güneş'in Roche küresinin yani kütleçekimsel etkisinin, etkin menzilinin bin kat daha öteye uzandığına inanılır. Günküre iki ayrı bölgeye ayrılır. Güneş rüzgârı maksimum hızıyla Plüton'un yörüngesinin üç katı uzaklığa yani yaklaşık 95 GB öteye kadar uzanır. Bu bölgenin kıyısı güneş rüzgârının yıldızlararası ortamdan gelen rüzgârlarla çarpıştığı noktadır. Burada rüzgâr yavaşlar, yoğunlaşır ve daha türbülanslı hâle gelir. Bir kuyruklu yıldızın kuyruğu gibi görünen ve davranan, günkını diye bilinen büyük oval bir yapı oluşur ve yıldız rüzgârı yönünde 40 GB kadar, aksi yönde de bunun birçok katı kadar uzanır. Günkürenin dış sınırına gündurgun adı verilir. Bu bölge güneş rüzgârının tamamen sona erdiği ve yıldızlararası uzayın başladığı noktadır.[72] Günkürenin dış kenarının şekli, hem yıldızlararası ortam ile olan etkileşimlerin akışkanlar dinamiğine göre[73] hem de güneye doğru yönelen güneşin manyetik alanıyla belirlenir. Örneğin, kuzey yarıkürede, güney yarıküreye göre 9 GB daha öteye uzanır. Gündurgunun ötesinde yaklaşık 230 GB'nde Güneş'in Samanyolu içinde yol alırken geride bıraktığı plazma dalgası bulunur.[74] Henüz gündurgunun ötesine hiçbir uzay aracı geçmemiştir bu nedenle de yerel yıldızlararası uzayın koşullarını kesin olarak bilmek mümkün değildir. Günkürenin Güneş Sistemi'ni kozmik ışınlardan nasıl koruduğu tam olarak anlaşılamamıştır. Bunu anlamak için günkürenin ötesine bir görev uçuşu düzenlenmesi önerilmiştir.[75][76] Ana madde: Oort bulutu Sanatçı gözüyle Kuiper kuşağı ve varsayımsal Oort bulutu Sedna'nın teleskopik görseli. Varsayımsal Oort bulutu bir trilyon kadar buz gökcisminden oluşan, tüm uzun periyotlu kuyruklu yıldızların doğduğu yer olduğuna inanılan, Güneş Sistemi'ni 50 GB'den çevrelemeye başlayarak kabaca 1 ışık yılı, 50.000 GB uzaklığa kadar yayılan ve 100.000 GB'e kadar (1,8 ışıkyılı) uzanması olası olan büyük bir kütledir. Dış gezegenlerle olan kütleçekimsel etkileşimler sonucunda iç Güneş Sistemi'nden dışarı doğru atılmış gökcisimlerinden oluştuğuna inanılır. Oort bulutu gökcisimleri çok yavaş hareket eder ve çarpışmalar, geçen bir yıldızın kütleçekimsel etkileri ya da galaktik gelgit gibi sık rastlanmayan olaylardan etkilenir.[77][78] Sedna ve iç Oort bulutu 90377 Sedna büyük, Plüton benzeri kızılımsı bir gökcismidir. Çok büyük bir elliptik yörüngesi vardır, günberisi 76 GB'den başlar ve günötesi 928 GB'den geçer, dönüşü 12.050 yıl sürer. Gökcismini 2003 yılında bulan Mike Brown, Sedna'nın ne seyrek diskin ne de Kuiper kuşağının bir parçası olamayacağını, çünkü günberisinin Neptün'ün dışarı doğru hareketinden etkilenemeyecek kadar uzakta olduğunu belirtir. Onunla birlikte bazı gökbilimciler, 45 GB'lik günberi, 415 GB'lik günöte ve 3420 yıllık yörünge periyoduna sahip olan 2000 CR105 gökcismiyle birlikte Sedna'nın ayrı bir sınıflandırmaya ait olabileceğini düşünmektedir.[79] Brown bu yeni sınıflandırmayı "İç Oort bulutu" olarak tanımlar. Her ne kadar Güneş'e yakın olsa da Oort bulutunun oluşumuna benzer bir süreç ile oluşmuş olabileceği düşünülmektedir.[80] Şekli kesin olarak belirlenememiş olmasına rağmen, Sedna büyük olasılıkla bir cüce gezegendir. Güneş Sistemi'mizin çoğu hâlâ bilinmemektedir. Güneş'in kütleçekim alanının yaklaşık iki ışık yılı (125.000 GB) uzaklığa kadar olan çevredeki yıldızların kütleçekim kuvvetlerine baskın çıktığı tahmin edilmektedir. Buna karşın Oort bulutunun dış kısmı 50.000 GB'nin ötesine geçemez.[81] Sedna gibi buluşlara rağmen, Kuiper kuşağı ile Oort bulutu arasındaki onbinlerce GB yarıçaplı alanın hemen hemen hiç haritası çıkarılamamıştır. Aynı zamanda Merkür ile Güneş arasındaki bölge hakkında da çalışmalar devam etmektedir.[82] Güneş Sistemi'nin haritalanmamış bölgelerinde yeni gökcisimleri hâlâ keşfedilebilir. Güneş Sisteminin gökadamız içinde yeri Güneş Sistemi, yaklaşık 100.000 ışık yılı çapında olan ve içinde 200 milyar civarında yıldız barındıran Samanyolu gökadasında yer alır.[83] Güneşimiz Samanyolu’nun Orion Kolu diye bilinen dış spiral kollarından birinin içindedir.[84] Güneş’in gökada merkezinden uzaklığı yaklaşık 25.000 ile 28.000 ışık yılı arasındadır ve gökada içinde hızı yaklaşık 220 km/s’dir, öyle ki tam bir turu her 225–250 milyon yılda bir atmaktadır. Bu tur Güneş Sistemi'nin gökadasal yılı olarak bilinir.[85] Güneş Sistemi’nin gökada içindeki konumu, Dünya üzerinde yaşamın oluşmasında büyük olasılıkla etken olmuştur. Yörüngesi hemen hemen daireseldir ve kabaca spiral kollarla aynı hıza sahiptir, yani çok nadiren spiral kolların içinden geçer. Spiral kollar potansiyel olarak tehlikeli olan süpernovaların daha yoğun olarak bulunduğu bir bölge olduğu için, bu özellik Dünya üzerinde yaşamın oluşabilmesi için çok uzun süreli yıldızlararası kararlılık periyotları sağlamıştır.[86] Güneş Sistemi aynı zamanda gökada merkezinin yıldızlarla dolu ortamından da uzaktadır. Merkezde, yakındaki yıldızlardan gelen kütleçekimsel etkiler Oort bulutunda bulunan gökcisimlerini rahatsız edebilir ve iç Güneş Sistemine birçok kuyruklu yıldız gönderebilirdi. Bu da Dünya üzerindeki yaşamı sona erdirecek potansiyeli olan çarpışmalara neden olabilirdi. Gökada merkezinin yoğun ışıması da karmaşık yaşamın gelişmesini engelleyebilirdi.[86] Bazı bilimadamlarının görüşüne göre, Güneş Sistemi’nin şimdiki konumunda bile, yakın geçmişte oluşmuş süpernovalar radyoaktif toz tanecikleri ve kuyruklu yıldız benzeri gökcisimlerini Güneş’e doğru göndermek suretiyle, son 35.000 yıl içinde Dünya’daki yaşamı ters yönde etkileyebilirlerdi.[87] Sanatçı gözüyle Yerel Kabarcık Güneş Sistemi’nin gökadadaki yakın çevresi, Yerel Yıldızlararası Bulut olarak bilinir, Yerel Kabarcık içerisindeki yaklaşık 30 ışık yılı genişliğinde yoğun bir bulut alanıdır. Yerel Kabarcık, yıldızlararası ortam içinde bulunan, kum saati şeklinde ve yaklaşık 300 ışık yılı genişliğinde bir boşluktur. Kabarcık yakın geçmişte oluşmuş çeşitli süpernovaların ürünü olan yüksek sıcaklıkta plazma ile kaplanmıştır.[88] Güneş’in yıldızlararası uzayda izlediği yol üzerindeki doruk noktası Hercules takımyıldızı yakınlarında, parlak yıldız Vega’nın bulunduğu yöndedir.[89] Güneş’e on ışık yılı (95 trilyon km) yakınlıktaki alanda nisbeten az yıldız bulunur. En yakını 4,4 ışık yılı uzaklıkta bulunan üçlü yıldız sistemi Alpha Centauri’dir. Alpha Centauri A ve Alpha Centauri B Güneş benzeri, birbirine yakın bir çift yıldızdır. Aynı zamanda Proxima Centauri olarak da bilinen küçük kızıl cüce Alpha Centauri C bu çift yıldıza 0,2 ışık yılı uzaklıktaki yörüngede döner. Bunlardan sonra 5,9 ışık yılı uzaklıkta kızıl cüce Barnard Yıldızı, 7,8 ışık yılı uzaklıkta kızıl cüce Wolf 359 ve 8,3 ışık yılı uzaklıkta kızıl cüce Lalande 21185 yer alır. On ışık yılı yakınlıkta bulunan en büyük yıldız, Güneş’in iki katı kütleye sahip parlak bir ana dizi yıldızı olan Sirius’dur. Bu yıldızın yörüngesinde Sirius B denen beyaz cüce döner. Sirius 8,6 ışık yılı uzaklıktadır. On ışık yılı içinde bulunan diğer yıldız sistemleri 8,7 ışık yılı uzaklıktaki ikili kızıl cüce sistemi Luyten 726-8 ve 9,7 ışık yılı uzaklıkta yer alan tekil kızıl cüce Ross 154’tür[90] Güneş’e benzer en yakın tekil yıldız 11,9 ışık yılı uzakta bulunan Tau Ceti’dir. Kütlesi Güneş’in kütlesinin yüzde seksenidir ancak parlaklığı yalnızca yüzde altmışı kadardır.[91] Güneş’e en yakın gezegen sistemine sahip yıldız sistemi, 10,5 ışık yılı uzakta yer alan ve Güneş’ten daha az parlak ve daha çok kızıl olan Epsilon Eridani yıldız sistemidir. Varlığı kanıtlanan tek gezegeni Epsilon Eridani b’nin kütlesi kabaca Jüpiter’in 1,5 katıdır ve yıldızının çevresinde her 6,9 yılda bir tur atar.[92] Binlerce yıl boyunca bir kaç istisna haricinde insanoğlu Güneş Sistemi’nin varlığına inanmadı. İnanışlara göre Dünya, Evren’in merkezinde sabit olarak durmaktaydı ve gökyüzünde bulunan kutsal göksel nesnelerden de farklı bir kategorideydi. Nicolaus Copernicus ve Hintli gökbilimci Aryabhata ile Yunan filozof Samoslu Aristarchus gibi öncülleri kozmosun güneş merkezli düzeni hakkında kuramlar geliştirmişlerdi. Galileo Galilei, Johannes Kepler, ve Isaac Newton tarafından önderlik edilen 17. yüzyılın kavramsal ilerlemeleri aşama aşama yalnızca Dünya’nın Güneş’in etrafında döndüğü fikrinin değil aynı zamanda diğer gezegenlerin de Dünya’nın uyduğu aynı fiziksel kurallara uyduğu dolayısıyla da tinsel değil maddesel varlıklar olduğu fikirlerinin de Kabul edilmesini sağlamıştır. Isaac Newton’un teleskopunun bir kopyası. Güneş Sistemi’nin ilk araştırması, gökbilimcilerin çıplak gözle görülemeyecek kadar sönük olan gökcisimlerinin haritasını çıkarmaya başladıklarında teleskoplarla yapıldı. Galileo Galilei, Güneş Sistemi’nin üyeleri hakkında fiziksel bulguları keşfeden ilk kişidir. Ay yüzünde kraterler olduğunu Güneş’in üzerinde güneş lekeleri bulunduğunu, ve Jüpiter’in yörüngesinde dört uydusu olduğunu keşfetmiştir. [93] Galileo’nun keşifleri takip eden Christiaan Huygens Satürn'ün uydusu Titan’ı ve Satürn’ün halkalarının şeklini keşfetmiştir. [94] Giovanni Domenico Cassini, Satürn’in dört uydusunu, Satürn’ün halkaları arasında yer alan Cassini ayrımını, ve Jüpiter’in Büyük Kırmızı Leke’sini keşfetmiştir. [95] Edmond Halley 1705 yılında bir kuyruklu yıldızın farklı zamanlarda görülen kayıtlarının aslındaher 75-76 yılda bir düzenli olarak geri gelen bir gökcismine ait olduğunu farketti. Bu Güneş’in çevresinde gezegenlerin dışında gökcisimlerinin de yörüngede olduğuna dair ilk kanıttı. [96] Bu sıralarda (1704) “güneş sistemi” terimi ilk olarak kullanılmaya başlandı[97] William Herschel 1781 yılında Taurus takımyıldızında bir ikili yıldız sistemini incelerken yeni bir kuyruklu yıldız olduğunu sandığı bir gökcismiyle karşılaştı. Aslında bu gökcisminin yörüngesi yeni bir gezegen olduğunu kanıtladı. Uranüs keşfedilen ilk gezegendir. [98] Giuseppe Piazzi 1801 yılında Mars ile Jüpiter arasında başlarda yeni bir gezegen olduğuna inanılan Ceres’i keşfetti. Ancak aynı bölgede ardı ardına gelen küçük dünyaların keşfi sonucunda yeni bir sınıflama olan asteroit ortaya çıkmıştır. [99] Uranüs’ün yörüngesi üzerindeki tutarsızlık 1846 yılında daha uzaktan büyük bir gezegenin çekim gücünün etkisi olabileceği kanısını uyandırdı. Urbain Le Verrier'nin hesaplamaları sonucunda Neptün’ün keşfi mümkün oldu. [100] Merkür'ün yörüngesinin aşırı günberi devinimi Le Verrier’yi 1859 yılında Merkür ötesinde Vulkan adında bir gezegen olduğunu önermeye itti ama sonradan bunun doğru olmadığı anlaşıldı. Güneş Sistemi’nin tam olarak ne zaman keşfedildiği tartışma konusu olsa da 19. yüzyılda gerçekleştirilen iki gözlem Güneş Sistemi’nin doğasını ve evrendeki yerini şüphe götürmeyecek şekilde ortaya koymuştur. Bunlardan birincisi 1838 yılında Friedrich Wilhelm Bessel’in başarılı bir şekilde Dünya’nın Güneş etrafındaki hareketinin neden olduğu, bir yıldızın konumunda olan görünen kaymayı, yıldız ıraklık açısını ölçmesidir. Bu Güneş merkezliliğin ilk doğrudan deneysel kanıtı olmasının ötesinde Güneş Sistemimiz ile diğer yıldızlar arasında engin uzaklıkların varolduğunu da açığa çıkarmıştır. İkinci olarak da 1856 yılında Peder Angelo Secchi, yeni icat edilen spektroskop kullanarak Güneş’in ve diğer yıldızların tayf izlerini birbiriyle karşılaştırdı ve hemen hemen aynı olduklarını ortaya çıkardı. Güneş’in bir yıldız olduğunun farkına varılması, diğer yıldızların da kendi sistemleri olacağı varsayımını doğurdu ancak bunun kanıtlanması için 140 yıl geçmesi gerekti. Dış gezegenlerin yörüngelerinde olan diğer tutarsızlıklar Percival Lowell’ı daha da ötede bir başka gezegen daha olması sonucuna itti. Ölümünden sonra Lowell Gözlemevi’nin sürdürdüğü araştırma sonucunda Clyde Tombaugh 1930 yılında Plüton’u keşfetti. Ancak Plüton dış gezegenlerin yörüngelerini bozamayacak kadar küçüktü ve buluşu dolayısıyla tesadüfidir. Ceres gibi Plüton’da önceleri gezegen olarak sınıflandırıldı ancak yakınlarında benzer gökcisimlerinin bulunması üzerine UAB tarafından 2006 yılında cüce gezegen olarak tekrar sınıflandırıldı. [100] Kendi gezegen sistemimizin dışında 1992 yılında PSR 1257+12 atarcasının yörüngesinde gezegen sisteminin varlığına dair ilk kanıtlar bulundu. Üç yıl sonra ilk Güneş Sistemi dışında güneşbenzeri bir yıldızın etrafında dönengezegen olan 51 Pegasi b keşfedildi. 2008 yılı itibariyle 221 gezegen sistemi bulunmuştur. [101] Gökbilimciler David Jewitt ve Jane Luu 1992 yılında (15760) 1992 QB1’yı keşfetti. Bu Kuiper kuşağı diye bilinecek olan, Plüton ve Charon gibi buz gökcisimlerinin bulunduğu ve asteroit kuşağı benzeri bölgede bulunan ilk gökcismiydi. [102][103] Mike Brown, Chad Trujillo ve David Rabinowitz 2005 yılında Plüton’dan daha büyük olan, Neptün’ün keşfinden beri Güneş çevresinde dönen en büyük gökcismi Eris’i keşfetti. [104] Sanatçı gözüyle Pioneer 10. 1983 yılında Plüton’un yörüngesinin ötesine geçmiş, son mesajı Ocak 2003’te 82 GB uzaklıktan alınmıştır. 35 yaşındaki bu uzay sondası 43,400 km/s hızla Güneş’ten uzaklaşmaktadır. Sanatçı gözüyle Pioneer 10. 1983 yılında Plüton’un yörüngesinin ötesine geçmiş, son mesajı Ocak 2003’te 82 GB uzaklıktan alınmıştır. 35 yaşındaki bu uzay sondası 43,400 km/s hızla Güneş’ten uzaklaşmaktadır. [105] Uzay Çağı’nın başlangıcından beri önemli ölçüde araştırma, çeşitli uzay araştırma kurumları tarafından düzenlenen misyonlarda robot uzay araçları tarafından gerçekleştirildi. Güneş Sistemi’nde bulunan tüm gezegenler Artık Dünya’dan fırlatılan uzay araçları ile ziyaret edilmiştir. İnsansız gerçekleştirilen bu misyonlarda tüm gezegenlerin yakından çekilmiş fotoğrafları elde edilmiş, ve yüzeye inildiği durumlarda toprak ve atmosfer analizleri kısmen gerçekleştirilebilmiştir. Uzaya gönderilen insan yapısı ilk nesne 1957’de fırlatılan ve bir yılı aşkın bir süre yörüngede kalan Sovyet uydusu Sputnik 1 ‘dir. Uzaydan Dünya’nın resmini ilk olarak 1959’da fırlatılan ABD uzay sondası Explorer 6 çekmiştir. Güneş Sistemi’nde bulunan gökcisimlerinin üzerinden alçaktan uçmayı başaran ilk sonda 1959 yılında Ay görevinde bulunan Luna 1 ‘dir. Aslında Ay yüzüne çarpması planlanan sonda hedefini kaçırmış ve Güneş’in çevresinde yörüngeye giren ilk insan yapısı nesne olmuştur. Mariner 2 1962 yılında Venüs’ün yakınından geçerek başka bir gezegene yaklaşan ilk sonda olmuştur. Mars yakınından yapılan ilk başarılı uçuş 1964’te Mariner 4 iledir. Merkür’ün yakınından ise 1974’te Mariner 10 ile geçilmiştir. Voyager 1 tarafından, 6 milyon km uzaktan çekilen Dünya görseli. Işık çizgileri Güneş’ten yayılan ışınların kırınımıyla oluşmuştur. Dış gezegenleri inceleyen ilk sonda 1973 yılında Jüpiter’in yakınından geçen Pioneer 10 olmuştur. Satürn’ü ilk olarak 1979’da Pioneer 11 ziyaret etmiştir. Voyager programından yer alan sondalar 1977’de fırlatıldıktan sonra dış gezegenler etrafında çizdikleri büyük turlarını tamamlamıştır. Her iki sonda da Jüpiter’in yanından 1979’da, Satürn’ün yanından da 1981’de geçmiştir. Voyager 2 daha sonra 1986’da Uranüs’e ve 1989’da Neptün’e yakınlaştı. Voyager sondaları şu anda Neptün’ün ötesinde güneşkını ve gündurgun bölgelerini bulup incelemek için yoldadırlar. NASA’ya göre her iki Voyager sondası da bitiş şokuyla Güneş’ten yaklaşık 93 GB uzaklıkta karşılaşmıştır. [72][106] Bir kuyrukluyıldızın yakınından ilk olarak 1985 yılında ICE (International Cometary Explorer) sondası geçmiştir. İncelenen kuyrukluyıldız Giacobini-Zinner kuyrukluyıldızıdır.[107] Asteroitlerin yakınından yapılan ilk uçuşlar ise Galileo uzay sondası tarafından yapılmıştır. Jüpiter’e giderken yol üzerinde 1991’de 951 Gaspra ve 1993’de 243 Ida resimlenmiştir. Henüz hiç bir Kuiper kuşağı gökcismine uzayaracıyla ulaşılamamıştır. 19 Ocak 2006’da fırlatılan New Horizons (Yeni Ufuklar) uzay sondası bu bölgeyi araştıracak ilk insan yapımı uzay aracı olma yolunda ilerlemektedir. Bu aracın Plüton2un yanından Temmuz 2015’te geçmesi planlanmaktadır. Eğer uygun olursa misyon diğer Kuiper kuşağı gökcisimlerini gözlemlemek için uzatılabilecektir. [108] 1966 yılında Ay, yörüngesinde insan yapımı bir yapay uydu bulunan (Luna 10) ilk gökcismi olmuştur. Bu uyduyu 1971 yılında , Mars gezegeninin yörüngesine giren Mariner 9, 1975 yılında Venüs’ün yörüngesine giren Venera 9, 1995’te Jüpiter’in yörüngesine giren Galileo), 2000 yılında asteroit 433 Eros’un yörüngesine giren NEAR Shoemaker ve 2004 yılında Satürn’ün yörüngesine giren Cassini–Huygens izlemiştir. MESSENGER uzay sondası 2011 yılında Merkür’ün yörüngesine girmek üzere yoldadır. 2011 yılında Vesta asteroitinin yörüngesine ,2015 yılında da cüce gezegen Ceres’in yörüngesine Dawnuzayaracı girecektir. Bir diğer Güneş Sistemi gökcismine iniş yapan ilk sonda Sovyet yapımı Luna 2 uzay sondasıdır ve 1959 yılında Ay’a çarpmıştır. Bu tarihten sonra giderek daha da uzaktaki gezegenlere ulaşılmıştır. 1966 yılında Venüs’ün yüzeyine Venera 3, 1971’de Mars’ın yüzeyine Mars 3, 2001 yılında asteroid 433 Eros’un yüzeyine NEAR Shoemaker, 2005 yılında Satürn'ün doğal uydusu Titan yüzeyine Huygens ve kuyruklu yıldız Tempel 1’in yüzeyine Deep Impact inmiş ya da çakılmıştır. Galileo yörüngeden 1995 yılında Jüpiter’in atmosferine bir sonda göndermiştir. Jüpiter’in fiziksel bir yüzeyi olmadığı için aşağı indikçe artan sıcaklık ve basınç sonucu sonda yok olmuştur. Günümüze kadar yalnızca Ay ve Mars üzerine gezginci robotlar indirilmiştir. Bir gökcismini gezen ilk gezginci robot 1970 yılında Ay yüzeyine inen Sovyet Lunokhod 1 ‘dir. Bir başka gezegen yüzeyine ilk inen ise 1997’de Mars’ın yüzeyinde 500 metre kadar hareket eden Sojourner gezginci robotudur. İnsan tarafından kullanılan tek gezginci araç ise NASA’nın 1971 ve 1972 yılları arasında Apollo 15, 16 ve 17 misyonlarında yer alan Ay aracıdır. Güneş Sistemi’nin insanlı araştırılması Dünya’nın yakın çevresi ile sınırlı kalmıştır. Uzaya ulaşan ilk insan, yani yerden 100 km. yüksekliği geçen ve Dünya’nın yörüngesinde dolaşan 12 Nisan 1961’de Vostok 1 uzay aracı içinde fırlatılan Sovyet kozmonot Yuri Gagarin’dir. Bir başka Güneş Sistemi gökcisminin yüzeyinde yürüyen ilk insan ise Apollo 11 görevi sırasında 21 Temmuz 1969’da Ay üzerinde yürüyen ABD’li Neil Armstrong’tur. ABD’nin uzay mekiği tekrar tekrar yörüngeye giren başarılı fırlatmalarda kullanılan tek uzay aracıdır. Birden fazla kişiyi barındırabilen ilk uzay istasyonu NASA'nın Skylab uzay istasyonudur. 1973 ile 1974 yılları arasında içinde üç kişi barınmıştır. Uzay’daki ilk insane yerleşimi ise 1989’dan 1999’a kadar yaklaşık on yıl boyunca açık kalan Sovyet uzay istasyonu Mir’dir. 2001 yılında görevden alınan bu isatasyonun yerine Uluslararası Uzay İstasyonu geçmiştir ve o zamandan beri sürekli olarak içinde insan barındırmıştır. 2004 yılında SpaceShipOne özel olarak finanse edilen ve yörünge altı uçuşla uzaya çıkabilen ilk özel uzay aracı olmuştur. * Bu sayfa son olarak 21:25, 24 Ağustos 2008 tarihinde güncellenmiştir. * Metin GNU Özgür Belgeleme Lisansı kapsamındadır. (Telif hakkı detayları)